“Andolsun, onlara (müşriklere): “Göklerle yeri kim yarattı?”diye sorsan, onlar elbette: “Allah” diyeceklerdir.” (Lokman/25)

DOKUZUNCU İPUCU: “Şefkat ve Merhametli Olmak”

RAHMETLİ OLMANIN İPUÇLARI -9-

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

DOKUZUNCU İPUCU:

“Şefkat ve Merhametli Olmak”

 

Üsâme b. Zeyd radıyallâhu anhuma’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّما يَرْحَمُ اللهُ مِنْ عِبادِهِ الرُّحَماءَ

“Allah, kullarından ancak merhametli olanlara rahmet eder.”[1]

Allah’ın rahmet ve merhametine erişmenin bir ipucu daha işte karşımızda durmakta… Allah’ın, kendisine merhamet etmesini ve rahmeti ile muamelede bulunmasını isteyenlere, Rabbimizden uzatılmış bir ip: Şefkat ve merhametli olmak…

Şefkat ve merhametli olmak veya şefkat ve merhametle varlıklara muamelede bulunmak, Allah’ın rahmet esintilerini üzerimize çeken güzel hasletlerden, kayda değer işlerdendir. Bu güzel haslete sahip olan kullara Allah, hem dünyada hem de âhirette rahmet ve merhametiyle muamelede bulunacak, onları merhametin zirve ödülü olan cennetiyle mükâfatlandıracaktır. Allah şimdiden hepimizi bu ödülü hak eden kullarından eylesin. (Âmîn)

İzahını yapmakta olduğumuz bu hadis, aslında bir olayın içerisinden alıntılanmıştır. Olayın detayı ise şu şekildedir:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kızı (Zeynep), babasına:

— Oğlum ölmek üzeredir, lütfen bize kadar geliniz, diye haber gönderdi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

 Alan da veren de Allah’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin, buyurarak kızına selâm gönderdi. Bunun üzerine kızı, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e:

— Ne olur, mutlaka gelsin, diye tekrar haber yolladı. Bu defa Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, yanında Sa’d b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Übeyy b. Kâ’b, Zeyd b. Sâbit ve başka bazı sahâbîler olduğu halde kalkıp kızına gitti. Çocuğu Rasûlullah’a verdiler. Kucağına aldı. Yavrucağız çok zor nefes almaktaydı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in gözlerinden yaşlar boşandı. Durumu gören Sa’d b. Ubâde:

— Ey Allah’ın Rasûlü, bu ne haldir? dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de:

Bu, Allah’ın, kullarının kalbine koymuş olduğu merhamet duygusudur, buyurdu.

Hadisin bir başka rivâyetinde,

“Bu, dilediği kullarının  kalbine Allah’ın koyduğu bir rahmettir. Zaten Allah, ancak merhametli kullarına rahmet eder” buyurmuştur.[2]

Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in üzücü ve hüzünlendirici olaylarla karşılaştığında ağladığı ve bu ağlamanın rahmetten kaynaklanan bir tepki olduğunu söylediği birçok hâdisesi vardır. Örneğin şu olay bunlardan bir tanesidir.

Enes radıyallâhu anh anlatır: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ruhunu teslim etmek üzere olan oğlu İbrahim’in yanına girince gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf radıyallâhu anh:

— Ey Allah’ın Rasûlü, siz de mi ağlıyorsunuz? diye sordu. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ona:

Ey Avf’ın oğlu! Bu gördüğün gözyaşları, rahmet ve şefkatin eseridir, cevabını verdi. Sonra şunları ilave etti:

Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimiz’in razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten üzgünüz.[3]

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, yanında  Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebû Vakkâs ve Abdullah b. Mes’ûd bulunduğu halde Sa’d b. Ubâde’yi ziyaret etti. Sa’d’ın durumunu görünce Rasûlullah ağladı. Onun ağladığını gören sahâbîler de ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

Bilmez misiniz, gerçekten Allah, gözyaşı ve kalbin elemi sebebiyle kişiye azap etmez. Fakat –dilini işâret ederek– bunun yüzünden azap eder veya bağışlar”  buyurdu.[4]

Aktardığımız bu rivayetler, Allah Rasûlü’nün ne kadar şefkat ve merhamet âbidesi bir şahsiyet olduğunu ortaya koyan örneklerden sadece birkaçıdır. O’nun nezih hayatını inceleyenler, merhamette O’nun ne kadar üst düzey bir seviyede olduğunu rahatlıkla görürler.

Şu olaylar da O’nun merhametinin bir başka boyutunu ortaya koymaktadır:

Âişe  radıyallâhu anhâ anlatır: Çölde yaşayan bedevîlerden bir gurup Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin huzuruna geldiler ve:

— Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz? diye sordular. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

Evet, buyurdu. Onlar:

— Fakat biz, Allah’a yemin ederiz ki onları öpmüyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

Allah sizin kalplerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne yapabilirim ki! buyurdu.[5]

Benzeri bir olay da şu şekildedir:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, torunu Hasan’ı öpmüştü. O sırada Akra b. Hâbis Rasûlullah’ın yanında bulunuyordu. Akra:

— Benim on tane çocuğum var, onlardan hiç birini öpmedim, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ona hayretle bakıp:

Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz, buyurdular.[6]

Cafer b. Ebî Talib’in hanımı Esma bnt. Umeys radıyallâhu anhâ anlatır: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem yanıma geldi ve Cafer’in oğullarını çağırdı. Birde baktım ki, onları öpüp kokluyor ve ağlıyordu.

— Ey Allah’ın Rasûlü! Cafer’den bir haber mi aldınız? diye sordum.

Evet, dedi. O, bugün şehid edildi.

Ardından hep birlikte ağlamaya başladık. Sonra döndü ve etrafındakilere:

Cafer’in ailesi için yemek hazırlayın; zira onların yeteri kadar meşguliyetleri var, buyurdu.[7]

 Zikredeceğimiz şu hadislerinde de, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, yaşantı ve siyretiyle göstermiş olduğu merhameti, biz ümmetine tavsiye buyurmuştur:

Allah, merhametli olanlara rahmetle muâmele eder. Siz yeryüzündekilere merhametli olun ki, göktekiler de size rahmet etsinler.[8]

İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.[9]

Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.[10]

Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.[11]

Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz.[12]

Hayatının her ânı, emrettiği ve tavsiye buyurduğu bu merhamete şahitlik eden merhamet timsâli Efendimiz, konumuzun medârı olan hadisinde, merhamet sahibi kullara Erhamu’r-râhimîn’in/merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ın da rahmet edeceğini ve onlara bu rahmetinin gereği ile muamelede bulunacağını bildiriyor.

Allah, kullarından ancak merhametli olanlara rahmet eder.

Eğer bu rahmetten istifade etmek istiyor ve merhamete en çok muhtaç olduğumuz anlarda O’nun rahmet meltemlerini ardımızda hissetmeyi arzuluyorsak, o zaman biz de O’nun kullarına ve yarattığı diğer varlıklara merhametle muamele etmeli, onlara acıyarak bir annenin evladına olan şefkati gibi şefkat ve rıfk ile davranmalıyız.

Allah’ın Rahmeti Gazabını Geçmiştir

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiğini bizlere bildirmiştir.

“Allah varlıkları yarattığı zaman, kendi katında arşın üstünde bulunan kitabına, ‘Rahmetim gerçekten de gazabıma galebe çalmıştır’ diye yazmıştır.”[13]

Başka bir sözünde Yüce Allah’ın “Rahmetim gazabıma üstün geldi[14] dediğini bildirirken; diğer bir hadisinde ise “Rahmetim gazabımı aştı”[15] buyurduğunu söylemiştir.

Bu hakikat, aslında Kur’ân’da da Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığı şeklinde vurgulanmıştır. Rabbimiz şöyle buyurur:

قَالَ عَذَابِي أُصِيبُ بِهِ مَنْ أَشَاءُ وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالَّذِينَ هُمْ بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ

 “Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ben, onu, (Bana karşı gelmekten) sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım.” (‘raf, 156)

Allah’ın gazabının değil de, rahmetinin her şeyi kuşatması, O’nun asıl amacının varlıklara azap değil, merhamet olduğunun bir göstergesidir.

Yine Rabbimiz rahmet etmeyi kendi zâtına farz/gerekli kılmıştır. Rabbimiz şöyle buyurur:

كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ

 “O, rahmeti kendi nefsine farz/gerekli kılmıştır.”  (En‘am, 12)

Allah Teâlâ, kendisini zorlayıcı hiçbir güç ve irade olmadığı halde, sırf kullarına teminat vermek için bir hususu kendisine farz, bir şeyi de haram kılmıştır.

Kendi nefsine farz kıldığı şey rahmetidir. Zikrettiğimiz ayet bunun en açık delilidir.

Nefsine haram kıldığı şey ise, haksızlık ve zulümdür. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’dan naklen aktardığı şu söz, bunun delilidir:

“Ey kullarım! Ben, zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da haram saydım; bu nedenle sakın ha birbirinize zulmetmeyin!..”[16]

Rabbimizin, rahmeti kendisine farz, haksızlığı ise haram kılması bile O’nun bizlere karşı ne kadar müşfik ve merhametli olduğunun en açık bir göstergesidir. O’nun bu durumunu düşünenler, Allah’ın amacının asıl itibariyle bizlere azap etmek olmadığını; aksine bizlere rahmeti ile muamele etmek olduğunu çok rahatlıkla anlayabilirler.

Allah’ın rahmetinin, gazabına üstün geldiğinin biraz önce zikrettiğimiz ayetlerden başka pratikte de bir takım delilleri vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Rabbimizin Esma-i Hüsnâsı’nın, yani güzel isimlerinin geneli bağış, rahmet, mağfiret ve kerem içermektedir. Ve yine bu isimler, gazap içeren isimlerinden daha fazladır. İşte bu bize göstermektedir ki, Rabbimizin rahmeti gazabını geçmiştir.

2- Cenneti nasıl kazanıp, cehennemden nasıl kurtulacağını asıl itibariyle bilmeyen biz kullarına bir kitap göndermesi, O’nun rahmetinin gazabını geçtiğini gösteren hususlardan bir tanesidir. Eğer O, “Haydi, Beni razı edin ve kendi kendinize cenneti kazanın” deseydi, biz ne yapar, nasıl ederdik? Hangimiz bunu bihakkın becerebilirdi? İşte O’nun böyle demeyip, bizlere yol gösterici bir kitap ve o kitabı açıklayan rehber bir peygamber göndermesi, O’nun ne kadar engin bir rahmete sahip olduğunun pratik bir örneğidir. Bundan dolayı O’na sonsuz hamd olsun.

3- Kur’ân sûrelerinin başlangıcının gazap, şiddet ve öfke içeren isimlerle değil de, hep rahmet ve merhameti gösteren iki isimle, yani “Rahmân” ve “Rahîm” ismi ile başlaması da, Rabbimizin rahmetinin gazabını geçtiğinin bir başka göstergesidir.

4- Kullarının yaptığı bir güzel amele en az on misli sevap verip, kötü amellerini –şayet affetmemişse– sadece misli ile cezalandırması, O’nun rahmetinin gazabını geçtiğinin bir başka delilidir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbimizin şöyle buyurduğunu bildirir:

“Kim bir hayır işlerse, ona onun on misli vardır veya daha da artırırım. Kim bir kötülük işlerse, ona da onun misli vardır. Ya da tamamen affederim. Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım; kim Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım. Kim Bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla dünya dolusu günahla gelirse, Ben kendisini o kadar mağfiretle karşılarım.”[17]

Eğer Rabbimiz, iyiliklerimizi misli ile mükâfatlandırıp, kötülüklerimizi 10 ile çarparak cezalandırsaydı, halimiz ne olurdu? Bu durumda acaba hangimiz O’nun azabından kurtulabilirdi?

Bizlere, bizim kendi aramızdaki muamelemizle muamele etmeyen ve affı ile bizleri her daim bağışlayan Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

Bu sayılanların haricinde de Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiğini gösteren deliller vardır. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, O’nun rahmetinin ne kadar geniş ve engin olduğunu şu sözleriyle bize anlatır:

Allah, rahmetini yüz parçaya ayırmıştır. Doksan dokuz parçasını kendi katında alıkoymuş, birini ise yeryüzüne indirmiştir. İşte varlıklar, bu  bir parça rahmet sebebiyle birbirlerine acır, rahmet ederler. Hatta at, yavrusunun üzerine basarım endişesiyle ayağını çekip kaldırır.[18]

Allah Teâlâ’nın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini insanlar, cinler, hayvanlar ve böcekler arasına indirmiştir. Onlar bu sebeple birbirlerini sever ve birbirlerine acırlar. Yabani hayvan yavrusuna bu sebeple şefkat gösterir. Allah, o doksan dokuz rahmetini kıyamet günü kullarına merhamet etmek için yanında alıkoymuştur.[19]

Allah, gökleri ve yeri yarattığı gün, yüz rahmet halk etmiştir. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak enginliğe sahiptir. Bunlardan sadece bir rahmeti yeryüzüne indirmiştir. İşte anne yavrusuna bu sayede şefkat gösterir. Yabani hayvanlar ve kuşlar bunun sonucu olarak birbirlerine merhamet ederler. Allah Teâlâ kıyamette bu biri  doksan dokuza katarak rahmetini yüze  tamamlayacaktır.[20]

(Bir keresinde) Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e (ayrı düştüğü) çocuğuna duyduğu özlemden dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan, göğsüne bastırıp emziren bir kadının da aralarında bulunduğu bir esir grubunu getirdiler. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem çevresindekilere (o kadını işaretle):

Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz? diye sordu.

Asla, atmaz! dedik. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir, buyurdu.[21]

Bizler, ‘el-Mütekebbir’ ismi gibi Allah’a has olanlar dışında Allah’ın güzel isimlerinin delalet ettiği manalarla muttasıf olmak zorundayız. Eğer O, rahmet vasfının gazap vasfına üstün gelecek şekilde öncelikli ve önemli olduğunu bize bildirmişse, biz de bu durumda rahmeti gazaptan önce tutmalı ve varlıklarla olan muamelelerimizde rahmet eksenli davranmaya özen göstermeliyiz. İşte o zaman biz, Kur’ân’ın emrettiği Kur’ân ahlakı ile ahlaklanmış oluruz.

Rabbimizin rahmet ve merhameti bu kadar ileri derecede olduğuna göre, bizler de naçiz kullar olarak O’nun rahmetini dileniyor ve bizleri rahmeti ile bağışlayarak, merhametinin tecelligâhı olan cennetine koymasını istiyoruz.

قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“De ki: Ey nefislerine karşı haksızlık yapmakta aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Zira Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayıcı ve çok rahmet edicidir.” (Zümer, 53)

Kimlere Merhamet Etmeliyiz?

Şüphesiz ki Müslüman, tüm varlıklara karşı merhamet etmesi gerektiğini bilen ve bu bilgi doğrultusunda hayatını sürdüren insandır. Bu nedenle her can sahibine merhamet nazarı ile bakar, her ruh taşıyan varlığı, kendisine rahmetle muamele edilmesi gereken bir nesne olarak görür. Öyle ki, onun bu merhametinden kâfirler bile istifade eder. Örneğin, Müslümanın tüm baskı ve zulümlere rağmen hak dini kâfirlere anlatıp tebliğ etmesi, cehenneme gitmemeleri için elini onlara uzatması, cennete götüren amelleri onlara sunması ve onların da tevhid gemisine binerek kurtulmalarını sağlamaya çalışması onun bu engin merhametinin bir yansımasıdır. Müslüman, onlara bu davayı ulaştırma noktasında kendilerinden baskı görse, hakaretler duysa ve hatta işkencelere bile maruz kalsa, sırf onların cehennemden kurtulup cennete gitmelerini temin etme adına rahat ve konforundan vazgeçerek kendi canını ortaya koyar. Onun bunu yapmasının ardındaki yegâne sebep, Rahman olan Allah’ın rahmetinin bu kullarına erişmesini sağlamaktır. Hatta gebertilmeyi hak eden kâfirleri bile öldürmesinin gerçek sebebi; onların yaymış olduğu küfrün, Allah’ın diğer kullarına sirayet etmesini engellemek değil midir? Yani onun kâfirleri öldürmesinin bile temelinde Allah’ın diğer kullarını, onların küfründen rahatlatarak onlara olan rahmet ve merhametinin açığa çıkması yatmaktadır. Bundan dolayı müslümanın rahmet anlayışını basite almamak gerekir. O, her varlığa öncelikle rahmet ve merhametle muamele etmesi gerektiğinin farkında ve şuurundadır.  Böyle amel eder. Böyle davranır. Böyle muamelede bulunur. Merhamet onun için sertlikten, kabalıktan ve katılıktan önce ve önceliklidir. Çünkü o, rahmeti gazabını geçen bir Allah’ın kulu; ümmetine çok şefkatli bir peygamberin tâbisidir.

İşte böyledir müslümanın rahmet anlayışı…

Bu nedenle onun bu anlayışını ele alarak tek tek kimlere rahmet edeceğini burada maddeler halinde zikretmemiz zordur. Lakin dünya hayatında muhatap olacağı en yakın insanları ve varlıkları göz önünde bulundurarak, şu sayacağımız kimselere daha öncelikli ve daha fazla merhamet etmesi gerektiğini söyleyebiliriz:

1- Anne-Babalar. Bir müslümanın varlıklar içerisinde rahmet ve merhamet etmesi gereken en öncelikli kişiler, hiç şüphesiz ki onun “annesi” ile “babası”dır.

Anne-babalar, şu dünyada çocukları için ellerinden gelen her türlü iyiliği yapan ve bu noktada asla geri adım atmayan insanlardır. Onlar, evlatlarının rahatları için gerektiğinde mallarını, imkânlarını, uykularını, rahatlarını ve bilumum güçleri yettiği her türlü şeyi feda ederler ve bu konuda asla geriye dönüp bakmazlar. Hatta icap ettiğinde canlarını bile seve seve verirler. Şimdi böylesine iyilik yapan kimselere iyilikten başka bir şey takdim edilir mi hiç?

هَلْ جَزَاءُ الْإِحْسَانِ إِلَّا الْإِحْسَانُ

“İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?”  (Rahmân, 60)

Onların bu fedakârlıklarını bilen Rabbimiz, evlatların da onlara aynı özveriyle davranmalarını emretmiş ve rahmetin en üst seviyesinden kendilerine hizmette bulunmalarını öğütlemiştir. Rabbimiz şöyle buyurur:

وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيرًا

“Onlara alçakgönüllülükle rahmet kanatlarını ger ve ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!’ diyerek dua et.” (İsra, 24)

Anne-babaya merhametle muamele etmek Allah’ın emri olmasının yanı sıra, Allah’ın yardımını da celbeden bir husustur aynı zamanda. Üç mağara arkadaşının hikâyesini bilmeyen yoktur içimizde. Efendimizin anlattığı bu hikâyeye göre, anne-babasına olan merhametinden dolayı bir şahıs ölümle karşı karşıya kaldığı bir mağaradan kurtulmuş ve bu kurtuluşu onun ebeveynine olan iyiliğine bağlanmıştır. Olayın detayını Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ağzından dinleyelim:

Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar… Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine:

— Yaptığınız sâlih amelleri anlatarak Allah’a dua etmekten başka sizi bu kayadan hiçbir şey kurtaramaz, dediler.

İçlerinden biri söze başlayarak:

— Allah’ım! Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Bir gün hayvanlara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak atana kadar uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler.

Rabbim! Şayet ben bunu senin vechini (cennette görmeyi) arzuladığım için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al, diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.

Bir diğeri söze başladı:

— Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul etti. Ona sahip olacağım zaman dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım.

Allah’ım! Eğer ben bu işi senin vechini (cennette görmeyi) arzuladığım için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi.

Üçüncü adam da:

— Allah’ım! Vaktiyle ben birçok işçi tutmuştum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet türedi. Bir gün bu adam çıkageldi. Bana:

— Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi. Ben de ona:

— Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim. Adamcağız:

— Ey Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü.

Rabbim! Eğer bu işi sırf senin vechini (cennette görmeyi) arzuladığım için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler…[22]

Bu hadis, anne-babaya rahmet ve merhametle muamele etmenin Allah’ın rızasını kazandıran ve insanı zor anlarında sıkıntılarından kurtarmaya yardımcı olan amellerden olduğunu göstermektedir. Kim bilir, belki sen de aynı şekilde ebeveynine iyi davranırsan, zora düştüğün bir sırada sırf bu amelinin hatırına Allah, içerisine düşmüş olduğun sıkıntıdan seni kurtaracak ve senden öncekilere yardım ettiği gibi sana da yardım edecektir?

Eğer Allah’ın rıza ve rahmetini istiyorsan durma, hemen ebeveynine iyilik etmeye koş!

***  ***  ***

Bizden önceki ümmetler içerisindeki Müslümanların gösterdiği bu hassasiyeti, bizim ümmetimiz içerisinde de gösterenler çıkmış ve inşâallah kıyamete kadar da çıkmaya devam edecektir. İşte İbn-i Mesud radıyallâhu anh!

Bir gece annesi kendisinden su istediğinde aynı üç mağara arkadaşından birisinin yaptığı gibi sabaha kadar annesinin uyanmasını beklemiş ve bu şekilde Rabbinin rızasını kazanmayı düşünmüştü. Olayın detayını şöyledir:

Bir gece annesi İbn-i Mesud radıyallâhu anh’dan su istemişti. O, su getirmek için gitti; fakat geldiğinde annesinin uyumuş olduğunu gördü. Rahatsızlık veririm endişesi ile sabaha kadar su kabı ile başında bekledi. Uyanır da tekrar su ister ve beni bulamaz diyerek yanından ayrılmadı.[23]

Sâlih insanlar böyleydi… Eğer bizler de onlar gibi sâlih olmak istiyorsak, onların bu güzel yoluna tâbi olmalı ve onlar gibi ebeveynlerimize ihsan etmeliyiz. Ne mutlu anne-babasına merhamet ederek Allah’ın rahmetine nail olanlara!

***  ***  ***

Anne-babalarımız eğer tevhid akidesi üzere vefat etmişlerse, onlar için rahmet temennisinde bulunmak da onlara merhamet kapsamında bir ameldir. Bu noktada Hz. Nûh’un Rabbine şu yalvarışını kendimize örnek alabilir ve bu dua ile Rabbimize yakarabiliriz:

رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِمَنْ دَخَلَ بَيْتِيَ مُؤْمِنًا وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ

“Rabbim! Beni, ana-babamı, evime mümin olarak giren kimseyi ve iman eden erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de yalnız helakini artır.” (Nûh, 28)

Mâlik b. Rebîa es-Sâidî radıyallâhu anh anlatır: Bir gün biz Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzurunda otururken Selemeoğulları kabilesinden bir adam çıkageldi ve:

— Ey Allah’ın Rasûlü! Anamla babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mıdır? diye sordu. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:

Evet, onlara dua eder, günahlarının bağışlanmasını diler, vasiyetlerini yerine getirir, akrabasını koruyup gözetir ve dostlarına ikramda bulunursun.[24]

Eğer ebeveynlerimiz tevhid akidesi üzere ölmemiş, aksine Allah’a şirk koşarak âhirete intikal etmişlerse, bu durumda onlar için Allah’tan bağışlanmalarını dilememiz bizzat Kur’ân nassı ile yasaklanmıştır ve asla caiz değildir.

مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِكِينَ وَلَوْ كَانُوا أُولِي قُرْبَى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُمْ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ

“Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, müşrikler için af dilemek ne Peygamber’e yaraşır, ne de müminlere!” (Tevbe, 113)

Bazı Müslümanların merhamet duygularının galeyana gelerek şirk ehli ebeveynlerine dua etmeye kalkışmaları, yanlış bir merhamet telakkisinden başka bir şey değildir ve bu asla bizlere örnek olmaz!

2- Eş ve Çocuklar. İnsanlar arasında kendilerine rahmetle muamele edilmesi gereken diğer bir kesim de “eş” ve “çocuklar”dır. Eş ve çocuklarımız, bizlerin en yakınları olmaları ve vaktimizin büyük bir kısmını kendileriyle beraber geçiriyor olmamız hasebiyle rahmet ve şefkatimize en çok hak sahibi olan varlıklardır. Unutmamak gerekir ki, insanın kendi çoluk-çocuğuna merhametle muamele etmesi, onu cehennem ateşinden koruyan ve cennete girmesini sağlayan en önemli hususlardan biridir. Yani onlara göstereceğimiz şefkat ve merhamet nedeniyle Rabbimizin bizleri cehennemden âzad etmesi ve cennetine girdirmesi büyük bir ihtimalle umulur. Durum böyle olunca böylesine müthiş bir fırsat kaçırılır mı hiç?

Âişe annemizin anlattığı şu olay bunun en net delillerindendir:

Sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdi. Tam öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki, çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı da çocuklarına bölüştürdü. Kadının bu tutumuna hayran kaldım ve yaptığını Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlattım. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Bu şefkati sebebiyle Allah Teâlâ o kadına mutlaka cenneti vermiş (veya) bu sebeple onu cehennemden âzâd etmiştir.”[25]

Bizler, aile efradımızın velileri ve birinci derecede mesulleriyiz. Bu nedenle onların canlarından, eğitimlerinden, davranışlarından, gidişatlarından; itikat, ahlak ve ibadetlerinden kesinlikle sorumluyuz. Eğer onlara gerekli ilgi ve alakayı göstermezsek, Allah bizleri bundan dolayı hesaba çeker ve en zor günde onlar nedeniyle azapla karşı karşıya kalabiliriz. Bu kötü akıbetle karşılaşmamak için onlara karşı sorumluluklarımızı yerine getirmeli ve rahmetin gereği olan İslamî terbiyeyi kendilerine vermeliyiz.

Bu gün kimi babalar, kendilerine kıyamadıkları ve merhamet duygularının ağır basması nedeniyle bazen eş ve çocuklarına Allah’ın hükümlerini tatbik ettirme noktasında gevşek davranıyor, onların pasifliklerini görmezden gelebiliyorlar. Ve yine bazıları, merhametleri nedeniyle (!) çocuklarını sabah namazına kaldırmıyor veya Ramazan’da tutmaları gereken orucu tutturmuyorlar. Acaba onlar, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’tan daha mı merhametliler ki, O’nun emrettiği bir şeyi yaptırmakta acıma duygusu hissediyorlar? Eğer onlar, bu emirleri yapmaya elverişli olmasalardı, zaten Rahmân olan Rabbimiz bunu onlara emretmezdi.

لَا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا

“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile sorumlu tutar…” (Bakara, 286)

Emrettiğine göre bu işin bizim anladığımız merhametle bir alakası yoktur.

Burada İmam İbn Kayyım’ın, babaların çoluk çocuklarına karşı nasıl bir merhamet anlayışına sahip olmaları gerektiğini ifade eden ve gerçek rahmetin ne anlama geldiğini ortaya koyan şu çok güzel ve değerli tespitlerini zikretmemiz gayet yerinde olacaktır. O, “İğâsetu’l-Lehfân” adlı eserinde der ki:

“Bilinmelidir ki rahmet, kişiye zor gelse de veya nefsi onu hoş karşılamasa da insanlara yarar sağlamayı ve onlara fayda ulaştırmayı gerektiren bir vasıftır. Gerçek rahmet işte budur. İnsanlar arasında sana karşı en merhametli olanı, sana yarar sağlamak ve senden kötülükleri def etmek için seni sıkıntıya sokandır.

Babanın çocuğunu ilim öğrenmeye ve onunla amel etmeye zorlaması, gerektiğinde bunun için kendisini dövmesi ve onu kendisine zarar verecek arzu ve isteklerden men etmesi bu türden bir merhamettir. Baba eğer bunları yapmaz ve ihmalkâr davranırsa bu, onun çocuğuna olan merhametinin az olduğunu gösterir. Babanın, çocuğunu zorlamamakla ona merhamet ettiğini, ona acıdığını ve rahat etmesini sağladığını sanması doğru değildir. Bu, annenin çocuğuna merhameti gibi duygusal ve bilgisizlikten kaynaklanan sahte bir merhamettir.”[26]

Hemen belirtelim ki, böylesi bir merhamet anlayışı yanlış bir merhamet telakkisinden başka bir şey değildir. Bu anlayışı bir an önce düzelterek gerçek merhamet kisvesine bürünmeli ve çoluk-çocuğumuza Allah’ın emirlerini gereği gibi tatbik etmeyi emretmeliyiz. Eğer ehl-u iyalimizin âhirette elem verici bir azapla karşı karşıya kalmalarını istemiyorsak, onlara bu dünyada Allah’ın emirlerini tatbik ettirmede gevşek davranmamalı, mutlaka Allah’ın istediği şeyleri onlara yaptırmaya çalışmalıyız.

***  ***  ***

Şu dünyada ehl-u iyalimize sunabileceğimiz en büyük rahmet göstergesi, İslam’ı onlara öğretmemiz veya –eğer biz öğretemiyorsak– kendilerine İslam’ı öğrenecekleri düzgün ortamlar hazırlamamızdır. Unutmamak gerekir ki, çoluk-çocuklarına ve aile efradına böylesi ortamlar hazırlamayan veliler, dünyada onlara yapabilecekleri en büyük kötülüğü yapmış olurlar. Zira İslam’ı öğrenmek ve onu yaşamaya çalışmak her ne kadar içerisinde belirli zorlukları içerse de, âhirette ebedî mutluluğun kazanılabilmesi için mutlaka yapılması gereken bir husustur. Bunu bu dünyada yapmayanlar, pişmanlıkların fayda vermeyeceği günde ellerini ısıracak ve “Keşke dünyada ehl-u iyalimize Allah’ın hükümlerini icra ettirme noktasında acımasaydık da bu gün bu sıkıntıyla karşılaşmasaydık” diyerek pişmanlıklarını ortaya koyacaklardır. Ama o ân pişman olma ânı değildir!

***  ***  ***

Ehl-u iyalimize gösterebileceğimiz diğer bir rahmet nişanesi de, onları sevmemiz ve bu sevginin bir yansıması olarak onları kucaklamamız, okşamamız, öpmemiz ve yeri geldiğinde kendilerine faydalı hediyeler almamızdır. Bu, hem Allah Rasûlü’nün hem de O’nun kutlu ashabının yoludur.

Yazımızın giriş taraflarında çölde yaşayan bedevîlerden bir grubun Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selleme gelerek “Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz?” diye sorduklarını, Rasûlullah’ın onlara “Evet” diyerek karşılık verdiğini, bunun üzerine onların hayretler içerisinde kalarak kendilerinin çocukları asla öpmediklerini söylediklerini, bunu duyunca da Rasûlullah’ın hayretini gizleyemeyerek “Allah sizin kalplerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne yapabilirim ki! buyurup tepki gösterdiğini aktarmıştık.[27] Efendimizin bu tepkisinden anlıyoruz ki, insanda asıl olan merhamet duygusu ile hareket etmektir. Öpmek, sevmek, okşamak gibi davranışlar bunun birer yansıması olduğu için merhamete izafe edilmiş ve bunu yapmayanların merhametsiz olduklarına hükmedilmiştir. İşte bu nedenle bizlerin çoluk-çocuğumuzu öpmesi, sevmesi ve okşayarak kendilerine sevgi duyduğumuzu hissettirmesi gerekmektedir.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selleme bir adam geldi. Berabe­rinde de bir çocuk vardı. Adam çocuğu bağrına basmaya başladı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem adama:

Çocuğa merhamet ediyor musun? diye sordu.  Adam:

— Evet, diye cevap verdi. Bunun üze­rine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

Senin çocuğa merhametinden daha çok Allah sana merhametlidir. Çünkü o, merhamet edenlerin en merhametlisidir, buyurdu.[28]

Hz. Ebu Bekir radıyallâhu anh, bir keresinde kızı Âişe’nin yanına girmişti. Baktı ki gönül pâresi sıtmaya tutulmuş ateşler içerisinde yatıyor. Hemen yanına gelip “Yavrucuğum, nasılsın?” diyerek hal ve hatırını sordu, sonrasında da yanağından öptü.[29]

***  ***  ***

Bazı erkeklerin, eşlerini şer‘î gerekçeler ve geçerli makul mazeretler olmaksızın dövmeleri, darp etmeleri veya bu bağlamda sürekli kendileri ile didişip, hır-gür bir hayat sürdürmeleri de İslam’ın bizden görmek istediği rahmet anlayışına terstir. Bilindiği üzere müslüman; insanlarla dövüşen, kavga eden, bağırıp-çağıran, etrafına negatif enerji saçan ve sürekli olumsuz hava estiren bir insan değildir, olamaz da! Aksine müslüman, tüm insanlara İslam’ın rahmetini yansıtan, pozitif ve müspet hava estiren ve her daim bu minvalde hareket eden kişidir. Onu görenler kavga-dövüşten daha çok, şefkat ve merhameti hatırlamalıdırlar. Bu hakikati göz önüne alarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; müslümanın pozitif enerjisini ve en olumlu hâlini açığa vuracağı yegâne yeri “evi”dir ve bu evdeki “ehl-u iyali”dir. En iyi davranacağı kimseler, en çok merhamet göstereceği varlıklar onlardır. Bu nedenle onlarla kavga-dövüş halinde olması asla kabul edilemez. İnsanlar kavgacı olabilir; ama Allah’ın dinini yeryüzünde temsil eden birisi olarak müslüman asla kavgacı olamaz. Müslüman gerektiğinde kızsa, bağırsa, hatta kavga etse de, “kavgacı” olamaz! Unutmamak gerekir ki, kavga etmek başkadır, kavgacı olmak başka!

Bu gün etrafımızda gördüğümüz ve duyduğumuz kadarıyla kimi Müslüman erkekler, eşlerini şer‘î olmayan ve ceviz kabuğunu doldurmayan basit sebeplerle çok rahatlıkla dövebilmektedirler. Oysa kadını şer‘î bir gerekçe olmaksızın dövmek merhamet ilkesiyle bağdaşmadığı gibi caiz de değildir. Bunu caiz kılan bir sebep varsa, o da kadının serkeşlik yapması ve eşinin saygınlığına halel getirmesi halidir ki, bu durumda kadının terbiye edilmesi için İslam erkeğe belirli şartlarda ve belirli orantıda vurma ruhsatı vermiştir. Ama yeri gelmişken hemen vurgulayalım ki, buradaki vurma, bizim anladığımız gibi ağzını burnunu kırma, insan içine çıkamayacak kadar yüzünü morartma, hayvanlara yapıldığı gibi sırtlarında sopa kırma değildir; aksine onun kendisine gelmesini ve aklını başına almasını sağlamak için bir nevi hırpalamadır.

İslam’da yüze vurmak tüm sûretleriyle yasaklanmışken ve gerek hadler uygulanırken olsun gerekse ta‘zirler, sopayı sırtta kıracak kadar çetin bir şekilde vurma cezası asla söz konusu değilken, nasıl olurda bazı müslümanlar eşlerini terbiye etme adına (!) sırtlarında sopa kıracak kadar onları döver veya morartacak kadar en şerefli azalarına yumruk atabilirler?!

Nasıl bunu yapabilirler?

Oysa kadınlar, had cezasını gerektirecek bir suç işlemiş bile olsalar, böylesine acımasızca ve hunharca dövülmezler. Ama gelin görün ki kimi zorba müslümanların, eşlerini –tabirimi bağışlayın– eşek sudan gelinceye kadar dövdüklerine şahit olmaktayız.

Tabii ki sadece terbiye amacıyla!

Hâlbuki dayakla ancak hayvanların terbiye olacağını bu zavallılar bilmez mi?

Yoksa eşlerini hayvan mı görüyorlar?

Eğer böyleyse, o zaman sormazlar mı, sen niye hayvanla aynı evde kalıyor veya hayvanla ilişkiye giriyorsun diye?..

Veya yine sormazlar mı, bir hayvanla aynı evi –siz buna ahır da diyebilirsiniz– paylaşacak kadar insanlıktan çıktın mı diye?..

Allah için kendimize gelelim ve eşlerimize hayvanlara yapılan muamele gibi muamelede bulunmaktan vazgeçelim.

Birisi diyebilir “Hocam niçin böyle ağır konuşuyorsunuz?” diye… Ben de derim ki: Yakın zamanda bir müslümanın yaptığına şahit olduğumuz şeyler, bizi bu cümleleri yazmaya sevk etti.

Elbette ki eşlerine sevgi ve şefkatle yaklaşan merhamet timsali kardeşlerimizi bundan tenzih ederiz. Ama maalesef kardeş diye bildiğimiz insanlar arasında böylesi zalim ve gaddarların olduğuna şahit oluyoruz. Allah bir böylesi şeylere şahit olmayı daha bana nasip etmesin ve tüm iman edenlerin ailelerine ülfet ve muhabbet nasip etsin.

Burada son olarak bir noktayı altını çize çize vurgulamak istiyorum: Şunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım ki, kadınlar ve çocuklar, Rabbimizin bizlere emanet ettiği varlıklardır ve günü geldiğinde bu emanetine riayet edilip-edilmediğini mutlaka sorgulayacak, hesabını soracaktır. Bunca günahımızın hesabını nasıl vereceğimizi bilmezken, bir de çoluk-çocuğumuzun hesabıyla uğraşmayalım. Bunun için onlarla şu fani hayatta iyi geçinelim, onların haklarını eda edip sahibine en güzel şekilde emanetlerini teslim edelim.

Allah bizleri aile efradımızın haklarına riayet eden, onlarla iyi geçinen ve haklarını en güzel şekilde eda ederek rızasını kazanan kullarından eylesin.

3- Akrabalar. “Akrabalarımız” da kendilerine rahmetle muamele etmemiz gereken kimselerdendir. Onlar eğer bizimle aynı akidede iseler, onları din noktasında bilgilendirerek ve İslamî şuurla bilinçlendirerek onlara merhametimizi izhar edebiliriz. Ve yine onlara gerekli olan diğer maddî-manevî yardımları yaparak merhametimizi gösterebiliriz.

Şayet onlar bizimle aynı inancı paylaşmıyorlarsa, bu durumda bizim davetimizin ve tebliğimizin muhataplarıdırlar. Hem de muhataplıkta ailemizden sonra diğer tüm insanlardan daha önceliklidirler. Bu durumda merhametimizin bir göstergesi olarak onları tevhide davet etmeli, Allah’ın dinini onlara götürmeliyiz. Öyle ki, bize haksızlık etseler de, aşağılasalar da, sapıklıkla suçlayıp işkence etseler de yine de onları davamıza çağırmalıyız.

Bu, akrabalarımıza göstereceğimiz merhametin en öncelikli adımıdır.

Bunun haricinde de Müslüman olsun, kâfir olsun elimizden geldiği şekilde onlara maddî-manevî yardımlarda bulunmamız, zor anlarında yanlarında olmamız ve hastalandıklarında ziyaretlerine gitmemiz, onlara olan merhametimizin bir tecellisidir.

Bir Hatırlatma

Burada bu başlıkla alakalı son bir şey daha ilave etmek istiyoruz: Eğer akrabalarımız arasında yetimler varsa, bu durumda merhametimizi ikiye katlamalı, çocuklarımız gibi onların maddî-manevî ve dünyevî-uhrevî tüm ihtiyaçlarını temin etmeye gayret etmeliyiz. Hele bir de aralarında babaları İslam davası için kanını akıtmış şehidlerin çocukları varsa, o zaman merhametimizin sınırlarını zorlamalı, onlara çocuklarımıza gösterdiğimiz sevgiden daha fazlasını göstermeye çalışmalıyız.

Bir adam Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek kalbinin katılığından şikâyette bulundu. Bunu duyan Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem adama:

— Kalbinin yumuşamasını ve ihtiyaçlarının giderilmesini ister misin? Yetime merhametle davran, başını okşa, yemeğinden yedir; o zaman kalbin yumuşar ve ihtiyaçların giderilir, buyurdu”[30]

Yetimlere iyilik ederek onların bakımlarını üstlenenlerin, cennette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e komşu olacağı hepimizin malumudur.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem başparmağı ile orta parmağını yan yana getirip aralarını hafifçe ayırarak: “Ben ve yetimin bakımını üstlenen kimse, cennette şöyle olacağız” buyurdu ve parmağıyla bunu gösterdi.[31]

Unutmayalım ki yetimlere göstereceğimiz merhamet, hem kalbimizin yumuşaması, hem sıkıntılarımızın giderilmesi, hem de cennette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e komşu olunması şeklinde çok daha fazla kârla bize geri dönecektir. Müslüman az işle çok kâr elde etmeyi bilen insandır.

4- Komşular. Kendilerine rahmet ve merhamet göstermemiz gereken diğer bir insan sınıfı da, evlerimizin yakınlığı nedeniyle mücavirlik hukukumuz bulunan “komşularımız”dır. Müslüman bir kul, komşularına anne-babasına, çocuklarına, akrabalarına ve eş-dostlarına gösterdiği merhamet gibi merhamet göstermeli, onların iyiliklerine koşmalı, yardımlarına koşuşturmalı ve sıkıntılı anlarında yanlarında olduğunu hissettirmelidir. Tüm bunlar, bir müslümanın komşularına göstermesi gereken komşuluk haklarından ve mücavirlik âdabındandır.

Komşularımız, eğer tevhidi ve sahih akideyi bilmeyen kimselerse, onlara gerçekleri ve doğru akideyi anlatmak boynumuzun borcudur ve onlara gösterebileceğimiz merhametin en zirve noktasıdır. Şayet akideleri düzgün insanlarsa, bu durumda akidelerini pekiştirecek nasihatlerde bulunmamız, kendilerini hayra ve iyiliğe yönlendirmemiz ve en ideal yola onları sevk etmemiz yine onlara göstereceğimiz merhamet kapsamındandır.

***  ***  ***

İslam âlimlerinin belirttiğine göre, hakları yönünden komşular üç guruba ayrılır:

1- Üç hakka sahip olan komşular: Bunlar hem akraba, hem de müslüman olan komşularımızdır. Bunların komşu, akraba ve müslümanlıktan doğan üç hakları vardır.

2- İki hakka sahip olan komşular: bunlar, akraba dışında ki “Müslüman” komşularımızdır. Bunların komşu ve müslüman olmaktan kaynaklanan iki çeşit hakları vardır.

3- Bir hakka sahip olan komşular: Bunlar da akraba ve müslüman olmayan ehl-i kitap veya müşrik komşularımızdır. Bunların sadece komşuluktan ileri gelen bir hakları vardır.

Bu taksimattan anlaşıldığına göre, “komşuluk” dediğimiz zaman bunda müslüman, kâfir, müşrik, münafık, müttaki, fâcir ayırımı yoktur ve tüm komşularımız bu hukuka dâhildir. Komşularımızın müslüman olmaması bizim onlara iyilik etmemize ve rahmetle muamelede bulunmamıza engel değildir. Belki de yapacağımız basit bir iyilik, onların kalbini kazanma konusunda bize yardımcı olacaktır. Onların kalplerini kazanabilmek için fırsatları değerlendirmeli ve güzel davranışlarımızla onları cezp etmeyi bilmeliyiz.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem komşuluğa o kadar önem vermiştir ki, ashabına, yemek yaptıklarında mutlaka komşularını gözetmeleri gerektiğini emretmiştir. Örneğin Ebu Zer radıyallâhu anh’a şöyle buyurmuştur:

“Ey Ebu Zer! Çorba pişirdiğin zaman onu çoğalt ve komşularını gözet.”[32]

Onları gözetmek, onlara göstereceğimiz rahmet kapsamındadır. Hele birde muhtaç durumda iseler, bu durumda mutlaka onlara yediğimizden yedirmeli, içtiğimizden içirmeliyiz. Eğer onlar aç iken biz tok gecelersek, bu hem imanımıza, hem insanlığımıza, hem de komşulara göstereceğimiz merhametimize sığmaz. Biz nasıl geceliyorsak, onlarında aynı vaziyette gecelemelerine özen göstermeliyiz.

Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.[33]

Vallahi mü’min değildir, vallahi mü’min değildir, vallahi mü’min değildir. Zulüm ve şerrinden komşusu güven içerisinde olmayan mü’min değildir.[34]

5- İşçiler. Rahmetle muamele etmemiz gereken diğer bir sınıf da, yanımızda çalıştırdığımız veya bir münasebetle bize hizmet eden “işçilerimiz”dir. Onlara rahmetle muamele etmemiz bizatihi Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in tavsiyesidir. O’nun bu değerli tavsiyesine uyarak bize hizmet eden kimselere merhametle muamele etmeli ve onların haklarını kendilerine gereği gibi iade ederek, Allah’ın da bizlere rahmet etmesini temin etmeliyiz.

Yanımızda çalışan işçilere sadece maaş vererek onların haklarından kurtulduğumuzu zannetmemeliyiz; çünkü onlar, Allah’ın bizlere verdiği ve elimizin altında kıldığı emanetlerden bir emanettir ve mutlaka hakları sual edilecektir.

“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.”[35]

Eğer sorumluluğumuz altındaki bu insanlara göstermemiz gereken merhameti göstermeyerek haksızlık eder, zulüm yapar veya haklarını zayi edersek, mutlaka bundan sorumlu olur, hesaba çekiliriz.

İşçilerimizin bizler üzerinde bir takım hakları vardır ki, bizim bu haklara riayet etmemiz, onlara göstereceğimiz merhamet kapsamındadır. Şayet bu haklara riayet etmezsek, o zaman onlara zulmetmiş, dolayısıyla merhametsiz davranmış oluruz. Bu haklar:

  1. Onlara yediğimizden yedirmemiz, yani uygun bir şekilde yemek ihtiyaçlarını karşılamamız,
  2. Kaldıramayacakları yükleri veya yapamayacakları işleri kendilerine yüklemememiz,
  3. Şayet ağır bir işle kendilerini sorumlu tutmuşsak, bu durumda mutlaka yardım etmemiz veya yardım edecek birilerini yardımlarına göndermemiz,
  4. Onlara hakaret veya küfür etmememiz,
  5. Ücretlerini zamanında ve anlaşma yaptığımız günde vermemizdir.

İşçilerle alakalı Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

Sizin kardeşleriniz, sizin yardımcılarınızdır. Allah onları idareniz altına vermiştir. Kimin kardeşi, eli al­tında bulunuyorsa, yediğinden ona yedirsin ve giydiğinden ona giydirsin. Güç yetiremeyecekleri şeyleri sakın onlara yüklemeyiniz. Eğer onları güçlerinin üstünde bir şeyle görevlendirdiyseniz, bu durumda onlara yardım ediniz.[36]

Onlara, yediğinizden yedirin ve elbiselerinizden giydirin. Allah’ın yarattığı (kullara) eziyet etmeyin.[37]

Ebû Mesud radıyallâhu anh anlatır: Kölemi dövmekteydim… Derken arkamdan:

Ebû Mesud! Bil ki, senin köleye güç yetirmenden daha çok, Al­lah’ın gücü sana yeter, diye bir ses duydum.

Döndüm, bir de ne göreyim O, Allah’ın Rasûlü! Bunun üzerine:

— Ya Rasûlallah! Artık bu köle Allah rızası için hürdür, dedim. (Ben böyle deyince) Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

Eğer böyle yapmamış olaydın, sana cehennem ateşi dokunurdu veya seni ateşin alevi yalardı, buyurdu.[38]

Adamın birisi Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek:

— Ey Allah’ın Rasûlü! Günde kaç kez işçimi (n hatasını) affetmem gerekir? diye sordu. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem sükût etti, bir şey söylemedi. Adam sorusunu tekrarladı, Rasûlullah yine sustu. Üçüncü sefer aynı şeyi söyleyince:

Günde yetmiş kez! buyurdu.[39]

Yanımızda çalışan insanlar şayet bizimle aynı inancı paylaşan Müslüman kimselerse, onlara işçi olmalarından öte, bir kardeş gözüyle bakmalı ve onları bizim bir parçamız gibi görmeliyiz. Çünkü kardeşlik, işçilikten daha öncelikli bir haktır ve kardeşler birbirlerine merhamet etmeye diğer insanlardan daha fazla memurdurlar.

Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.[40]

Şayet bizimle aynı akidede değillerse, bu durumda yine de onların haklarını iade etmede gevşek davranmamalı, aynı inançta değiliz diye haklarını yemek gibi bir yanlışa düşmemeliyiz. Onların inancı ne olursa olsun, hizmetlerini bihakkın yerine getirdikleri sürece kendilerine haksızlık etmemiz askla caiz değildir.

Burada son olarak önemli bir hususa temas etmek istiyoruz: Cahiliyenin öngördüğü patronluk anlayışında işçileri hor görmek, onlara tepeden bakmak ve kendilerini basite almak esastır. Çünkü patron insan, parası olan güçlü insandır. Güçlünün ise üstte olması gerekir!

Ama Allah’ın nizamında böyle bir şey asla söz konusu değildir ve inançları ne olursa olsun böylesi bir muamele ile işçilere davranmak kati sûrette yasaktır. Tâğutu reddettiğini söyleyen bizlerin, her konuda olduğu gibi bu konuda da cahiliyenin mezkûr öngörüsünü reddetmesi ve Allah’ın mesele hakkındaki buyruklarına samimiyet içerisinde râm olarak işçilerine muamele etmesi gerekmektedir. Onların da insan olduğunu ve saygıyı hak ettiklerini düşünerek tevazu içerisinde bir ilişki kurmamız, insanı değerli kılan Rabbimizi hoşnut edecek bir davranıştır.

6- Müslüman Kardeşler. Kendilerine rahmet ve merhametle muamele etmemiz gereken diğer bir kesimde, elbette ki bizimle aynı duygu ve düşünceleri paylaşan, aynı yola baş koymuş, aynı akideye gönül vermiş ve aynı davanın hizmetkârlığını yapan tevhid ehli “Müslüman kardeşlerimiz”dir.

Müslümanlar kardeşlerimiz, kendilerine merhamet etmemiz gereken en değerli ve en şerefli insanlardır. Allah Teâlâ, Rasulullah’ın arkadaşlarını bizlere anlatırken onların birbirlerine karşı çok müşfik ve merhametli olduklarını vurgular.

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ

“Muhammed, Allah’ın rasûlüdür. Onunla beraber (iman etmiş) olanlar ise, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidirler…” (Fetih, 29)

Onların böyle olması, kendilerinden sonra gelen biz Müslümanların da öyle olması gerektiği anlamına gelir; çünkü Allah onlardan razı olmuş, onların hal ve tavırlarını benimsemiş ve insanların, ancak onlar gibi olmaları durumunda gerçek manada hidayet ehli kimseler olabileceklerini bildirmiştir.

فَإِنْ آمَنُوا بِمِثْلِ مَا آمَنْتُمْ بِهِ فَقَدِ اهْتَدَوْا

 “Eğer onlar, sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse (ancak o zaman) hidayet bulmuş olurlar…” (Bakara, 137)

İşte bu ve benzeri ayetlerden anlıyoruz ki, gerçek anlamda Allah’ın razı olduğu kullardan olabilmek için mutlaka sahabe gibi olmaya çalışmak gerekir. Böyle olursa, işte ancak Allah o zaman bizden hoşnut olur. Unutmamak gerekir ki, Allah’ın onlardan hoşnut olduğu davranışlarından bir tanesi de, hiç kuşku yok ki onların kendi aralarında çok şefkatli ve merhametli olmalarıdır. Böyle oldukları için Allah onları övmüş ve bu vasıflarını ön plana çıkarmıştır.

Eğer bizler de onlar gibi Allah’ın övdüğü kullardan olmak istiyorsak, o zaman bizimle aynı akideye gönül vermiş muvahhid kardeşlerimize karşı son derece merhametli ve şefkatli olmalı, onların kusurlarını affetmeli ve bizlere karşı işledikleri hataları bağışlayıcı bir tavırla geri çevirmeliyiz. Böyle yaptığımızda, kardeşlerimize karşı merhametli olduğumuzu fiilen göstermiş ve teorik olarak dillendirdiğimiz bir hakikati pratiğe dökerek âlemlerin Rabbi olan Allah’a ispat etmiş oluruz.

7- Hayvanlar. Bizim rahmet ve merhametle davranmamız gerekenler, sadece insanlarla sınırlı değildir. Günlük hayat içerisinde kendilerinden uzak kalamadığımız ve bizimle bir münasebetle irtibatları olan “hayvanlar” da kendilerine rahmetle muamele etmemiz gereken canlılardır.

İnsan, bu canlılara merhameti sayesinde Allah’ın rızasını, affını ve cennetini kazanabileceği gibi, onlara yapacağı kötü muamele nedeniyle de Allah’ın gazabını ve cehennemini hak edebilir.

Önderimiz, örneğimiz, öncümüz ve âlemlere rahmet olan sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, bu canlılara karşı son derece müşfik ve merhametli idi. Ashabından onlara kötü davranan veya acımayanlara kızar, onları ikaz eder ve bu canlıların da merhameti hak eden varlıklar olduğunu kendilerine hatırlatırdı.

Bir keresinde karnı sırtına yapışmış bir devenin yanından geçmekteydi. Onun bu acınacak hâlini görünce “Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun! Elverişli hallerindeyken onlara binin; yine elverişli olduklarında etlerinden yiyin” buyurdu.[41]

Yine bir seferinde yüzü demirle dağlanmış bir eşeğin yanından geçmişti. Onun bu ıstırap veren durumunu görünce, lanet etmek hiç âdetinden olmadığı halde: “Allah, bu hayvanın yüzü dağlayana lanet etsin!” [42] buyurarak bu kötü işi yapana tepkisini gösterdi ve ne kadar üzüldüğünü ortaya koydu.

Abdullah b. Ömer radıyallâhu anhuma da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in, içerisinde ruh taşıyan bir varlığı hedef tahtası haline getiren kimselere lanet ettiğini bizlere aktarmıştır.[43]

Şu hâdise de O’nun ne kadar merhamet sahibi olduğunun bir delilidir: Abdullah İbn-i Mes’ud radıyallâhu anh anlatır:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte bir yolculukta idik. İhtiyacını görmek için gitmişti. Yanında iki tane yavrusu olan küçük bir anne kuş gördük. Onun yavrularını aldık. Anne kuş geldi ve kanatlarını çırpmaya koyuldu. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem gelince şöyle buyurdu:

Bu anneye yavrularının acısını kim tattırdı? Haydi, bunun yavrularını ona geri veriniz.

Yine, ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü.

Bunu kim ateşe verdi, diye sordu. Bizler:

— Biz, dedik. Şöyle buyurdu:

Ateşin Rabbinden başkasının ateş ile başkasını cezalandırmaması gerekir.[44]

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bıçağını bilerken ayağını da koyunun yanı üzerine koymuş bir adamın yanından geçti. Bu sırada koyun, gözleriyle ona bakıyordu. Bunu görünce Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem adama:

Sen bunu iki defa mı öldürmek istiyorsun! Onu yatırmadan önce niçin bıçağını bilemedin? dedi.[45]

Abdullah b. Ca’fer radıyallâhu anh anlatır: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ensardan bir ada­mın bostanına girmişti. Bostana girince bir de ne görsün, bir deve! Deve Rasûlullah’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem onun yanına gelip kulak kökünü okşadı, hayvan sakinleşti. Sonra:

— Bu devenin sahibi kimdir? Kimindir bu deve? diye sordu.

Ensar’dan bir genç gelip:

— Ey Allah’ın Rasûlü! O, benimdir, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

Allah’ın, seni kendisine sahip kıldığı şu hayvan hakkında Al­lah’tan korkmaz mısın? Gerçekten bu hayvan senin kendisini aç bıraktığını ve yorduğunu bana şikâyet ediyor, buyurdu.[46]

Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, bazı hadislerinde çok günahkâr olmalarına rağmen, kimi insanların sırf hayvanlara olan hüsnü muameleleri nedeniyle affedildiklerini ve bundan dolayı cennete gireceklerini bildirmiştir.

Susuzluktan neredeyse ölmek üzere olan bir köpek, bir kuyunun etrafında dönüp duruyordu. İsrailoğullarının fahişelerinden bir fahişe onu gördü ve hemen ayakkabısını çıkararak köpeği suladı. Bu kadın, sırf bu ameli sebebiyle Allah tarafından bağışlandı.[47]

Bir adam yolda yürüdüğü sırada çok aşırı derecede susadı. Nihayet bir kuyu buldu ve oraya indi. Su içtikten sonra kuyudan çıktı. Tam o sırada baktı ki, susuzluktan dilini çıkararak soluyan bir köpek ru­tubetli toprak yiyor! Bunu gören adam (kendi kendine): ‘Bana isabet eden susuzluğun aynısı bu köpeğe de isabet etmiş herhalde’ dedi. Son­ra kuyuya inip ayakkabısına su doldurdu. Onu ağzı ile tuttu (ve el­leri ile kuyu duvarlarına tutunarak yukarı çıktı) da köpeğe su verdi. Bundan dolayı Allah onun amelini kabul etti ve onu bağışladı.

Bu olayı dinleyen sahabîler:

—  Ey Allah’ın Rasulü! Hayvanlara iyilik etmekte bize mükâfat var mı? diye sordular. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

Canlı her hayvan için bir mükâfat vardır, buyurdu.[48]

Yine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, bazı insanların da başka günahlarından dolayı değil, sırf hayvanlara olan kötü muameleleri nedeniyle cehennemi hak edeceklerini bildirmiştir.

Bir kadın sırf bağlayıp hapsettiği, yemek vermediği ve yeryüzündeki hayvanları yemesi için bırakıvermediği bir kedi sebebiyle cehenneme girmiştir.[49]

Allah’ın rahmet ve merhametini istiyorsak, dilleri olmayan ve asıl olarak bizlere faydasından başka bir vazifeleri bulunmayan şu zavallı hayvanlara acımalı ve onlara şefkat nazarıyla bakarak merhamet etmeliyiz. Elimizden geldiğince aç karınlarını doyurarak ve susuz olanlarını sulayarak onlara olan merhametimizi âlemlerin Rabbine fiilen ispat etmeliyiz. Bununla birlikte onlara vurmaktan, atışlarımıza hedef haline getirmekten ve işkence çektirmekten de kaçınmalıyız.

Kim bilir, belki de bağışlanıp cennete konulmamız dili olmayan şu zavallı hayvanlara yapacağımız bir iyiliğe bağlanmıştır?

“Boğazlanacak hayvana bile merhamet edene, kıyamet gününde Allah merhamet edecektir.”[50]

Bir hayvana yapacağın basit bir iyilikle affedilip, sonrasında da cennete girdirilmeyi istemez misin?

O halde haydi hayvanlara iyilik etmeye!..

***  ***  ***

Buraya kadar kendilerine merhamet etmemiz ve rahmetle muamelede bulunmamız gereken kimseleri anlatmaya çalıştık. Elbette bunların haricinde de rahmetle muamele etmemiz gereken insanlar ve varlıklar vardır.

Bizler her hak sahibine hakkını vererek ve merhamet edilmesi gereken herkese gerekli merhameti göstererek, Allah’ın rahmetine talip olduğumuzu fiilen ispat etmemiz gerekmektedir. Biz O’nun kullarına merhamet edersek, O da hiç kuşkusuz bize merhamet edecektir.

Ne mutlu Allah’ın mahlûkatına merhamet edip Allah’ın merhametini kazanmayı becerebilen müşfik kullara!

 

 

Faruk Furkan

 



[1] Buhârî, Cenâiz 33, Müslim, Cenâiz, 9, 11.

[2] Buhârî, Cenâiz 33, Müslim, Cenâiz, 9, 11.

[3] Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedâil 62.

[4] Buhârî, Cenâiz 44, Talak 24; Müslim, Cenâiz 12.

[5] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 164.

[6] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65.

[7] İbn Sa‘d, et-Tabakât, 8/282. Benzeri bir rivayet için bkz: Ebu Dâvud, 3132.

[8] Ebû Dâvud, 4941, Tirmizî, 1924.

[9] Müslim, Fezâil, 66.

[10] Tirmizî, Birr, 15.

[11] Ebû Dâvud, Edeb, 58.

[12] Buhâri, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65.

[13] Buhârî, Tevhîd 15, 22, 28, 55, Bed’u’l-Halk 1; Müslim, Tevbe l4-l6.

[14] Buhârî, Bed’u’l-Halk 1.

[15] Buhârî, Tevhid 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 15.

[16] Müslim, Birr 55.

[17] Müslim, Zikir 22.

[18] Buhârî, Edeb 19; Müslim, Tevbe 17, 19.

[19] Buhârî, Edeb 19; Müslim, Tevbe 17, 19; Tirmizî, Daavât 99.

[20] Müslim, Tevbe 21.

[21] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Tevbe 22.

[22] Buhârî, Buyu‘ 98, İcâre 12, Edeb 5; Müslim, Zikir 100.

[23] Ve Bi’l-Valideyni İhsanâ, sf. 4

[24] Ebû Dâvûd, Edeb 120.

[25] Müslim, Birr 148.

[26] 2/224.

[27] Bkz. Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 164.

[28] Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, 377. Hadis, “sahih”tir.

[29] Buhârî, 3918.

[30] Taberani rivayet etmiştir. Hadis, Elbânî’nin tahkikine göre “sahih”tir. Bkz. Sisiletu’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 854.

[31] Buhârî, 5304.

[32] Müslim, Birr 142.

[33] Buhari, Edep, 28.

[34] Buhari, Edep, 29.

[35] Buhârî, Cum’a 11, İstikrâz 20, Müslim, İmâret 20.

[36] Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, 189. Hadis, “sahih”tir.

[37] Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, 188. Hadis, “sahih”tir.

[38] Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, 171. Hadis, “sahih”tir.

[39] Sisiletu’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 488.

[40] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58.

[41] Ebu Davud, 2548.

[42] Müslim, 2117.

[43] Buhari, 5515; Müslim, 1958.

[44] Ebu Davud, 5268.

[45] Hâkim rivayet etmiş, Elbanî “sahihtir” demiştir. Bkz. Sahîhu’t-Terğîb ve’t-Terhîb, 1090.

[46] Ebu Davud, 2549

[47] Buhârî, Enbiya 54.

[48] Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, 378. Hadis, “sahih”tir.

[49] Buhârî, Bedu’l-Halk, 16.

[50] Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, 378. Hadis, “hasen”dir.

Okunma Sayısı:9901