“(İşte) Allah, öğüt almaları için insanlara böyle benzetmeler yapar.” (İbrahim, 25)

TEVHİDİN KISIMLARI HAKKINDA VECİZ BİR YAZI

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

İslam âlimlerinin zikrettiğine göre, Tevhidin üç kısmı vardır. Bunlar sırasıyla şu şekildedir:

1- Rububiyet Tevhidi

Allah Teâlâ’nın:

* Yaratma,

* Rızıklandırma,

* Öldürme,

* Diriltme ve

* Hüküm koyma… gibi bir takım fiilleri vardır. Bir kimsenin bu fiillerde Allah’ı bir kabul etmesine “Rububiyette Tevhid” denir. Daha orijinal bir ifade ile söyleyecek olursak, Rububiyet Tevhidi, “Allah’ı, Allah’ın kendi fiilleriyle birlemek demektir.

Kul, Allah’a ait olan böylesi fiilleri kabul ettiğinde, yani yaratıcı, rızık verici, öldüren, dirilten ve hüküm koyan olarak onu benimsediğinde Rububiyet Tevhidi’ni gerçekleştirmiş ve Allah’ı “Rab” olarak kabul etmiş olur.

Kur’an’a baktığımız zaman, tarihte yaşamış insanların genel olarak tevhidin bu kısmını bazı anlamlarıyla kabul ettiğini görürüz. Bu konuda Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

«Yemin olsun ki, eğer onlara/müşriklere, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, onlar mutlaka “Allah” diyeceklerdir…» (Lokman Suresi, 25)

«De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Yahut o gözlere ve kulaklara malik olan kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? İşleri yerli yerince kim yönetiyor?’ (O müşrikler) hemen: ‘Allah’ diyeceklerdir. De ki: ‘O halde korkmaz mısınız?’» (Yunus Suresi, 31)

Burada kısaca bir hususa temas etmek gerekir. Tarihteki insanlar “Allah’ı Rububiyette kabul ediyorlardı” derken bununla “Rububiyetin her alanında Allah’ı kabul ediyorlardı” anlamını kastetmiyoruz. Örneğin “hüküm ve kanun koymak” Allah’ın Rububiyet haklarından birisidir. Kur’an’ın indiği döneme baktığımız zaman insanların bu noktada Allah’ı birlemediklerini çok net olarak görürüz. Örneğin Tevbe Suresi’nin 31. ayetinde insanların Allah’tan başkalarını Rab edindikleri açıkça ifade edilmiştir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar) Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Hâlbuki onlar bir tek ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilah yoktur. O, onların şirk koştukları her şeyden münezzehtir.” (Tevbe Suresi, 31)

Bu ayette Yahudi ve Hıristiyanların, âlimlerini “Rab” edindikleri belirtilmektedir. Acaba onlar âlimlerini nasıl Rab edinmişlerdir? Bu sorunun cevabını Efendimiz aleyhissalatu vesselam, çok net bir şekilde vermiştir. Adiyy İbn-i Hatim anlatır:

 “Boynumda altından bir haç olduğu halde Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına geldim.  Bana:

― “Ey Adiyy! Şu putu boynundan at!”  buyurdu. Derken ben, Tevbe Suresinin 31. ayetini okurken O’nu işittim ve:

―  “Ama onlar âlimlerine ve rahiplerine ibadet etmiyorlar ki” dedim. Bunun üzerine Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

  “Hayır, Onlar helal olan bir şeyi haram, haram olan bir şeyi de helal kılıyorlar da onlarda onlara itaat ediyor. İşte bu onların âlim ve rahiplerine olan ibadetleridir” buyurdu. {Tirmizi, 3095; İbn-i Kesir, 2/459.}

Zikrettiğimiz ayet ve hadiste onların Allah’tan başkasına yasaklama ve serbest bırakma yetkisi verdikleri ve bu nedenle de Allah’ın Rububiyetinde Allah’a ortak koştukları ifade edilmektedir. Zaten ayetin sonunda yer alan “Allah, onların şirk koştukları her şeyden münezzehtirifadesi, onların, yapmış oldukları bu şey ile Allah’a şirk koştuklarını çok net olarak ifade etmektedir.

Sonuç olarak;

Gerek şimdiki insanlar gerekse tarihteki insanlar yaratıcı, rızık verici, öldüren ve dirilten anlamında Allah’ı kabul etmişlerdir. Ama hâkimiyette ve Allah’ın kanun koyucu olduğunda Allah’a ortak koşmuşlardır. Bu nedenle biz şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Müşrikler Rububiyetin genel manalarında Allah’ı birlemişler; lakin bunun bazı anlamlarında Allah’a ortak koşmuşlardır.

2- Ulûhiyet Tevhidi

İnsanoğlunun:

* dua,

* yardım isteme,

* secde,

* korku,

* ümit… gibi ibadet anlamında bir takım fiil ve eylemleri vardır. İnsan, bu fiillerini eğer yalnız Allah’a sunarsa, o zaman Ulûhiyette Allah’ı birlemiş ve Ulûhiyet Tevhid’ini gerçekleştirmiş olur.  Daha orijinal bir tanımla ifade edecek olursak Ulûhiyet Tevhidi: Kulun kendine ait fiilleriyle Allah’ı birlemesi demektir.

Ancak kul bu ve benzeri ibadet türlerini Allah’tan başkasına sunar ve takdim ederse, o zaman ulûhiyette Allah’a şirk koşmuş olur.

Geçmişte yaşamış olan toplumların şirki, genelde tevhidin bu kısmında meydana gelmiştir. Onlar Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte, ibadet niteliği taşıyan eylem ve söylemlerini Allah’tan başka varlıklara sunmak suretiyle şirke düşmüşlerdir. Bu günde yeryüzünde müşahede edilen şirk türlerinin büyük bir kısmı, tevhidin bu kısmında açığa çıkmaktadır. Buna dikkat etmeli ve tevhide zarar verebilecek her türlü şirk amelinden uzak durmalıyız.

Ulûhiyet Tevhidi’nin bir diğer adı da “İbadet Tevhidi”dir.

Yaşadığımız coğrafyaya baktığımızda bu gün insanların, ibadetlerini Allah’tan başkasına yapmak sureti ile Ulûhiyet Tevhidi’nde şirke düştüklerini görmekteyiz. İnsanlar ―maalesef― Allah’tan başkasından meded bekleyerek, kimi sözde büyük zatlardan af dileyerek, onlardan çocuk ve benzeri ihtiyaçlarını isteyerek, onlar adına kurbanlar keserek, onlardan korkarak ve benzeri ibadet türlerini kendilerine takdim ederek şirke bulaşmaktalar.

Bizlerin, ibadet kapsamına girecek hiçbir ameli Allah’tan gayrısına sunması caiz değildir. İbadet olan her türlü sözü ve fiili yalnız ve yalnız Allah’a takdim etmek gerekir. Nitekim Fatiha Suresi’nde şöyle buyrulur:

“Biz yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz.” (Fatiha Suresi, 5)

İşte her kim böylesi şeyleri Allah’tan başkasına yaparsa, niyeti iyi olsa da, Allah’ı sevdiğini iddia etse de veya namaz kılıp hacca gitse de bu insan Ulûhiyet Tevhidinde şirke düşmüş olur.

Bilinmelidir ki, Ulûhiyette Allah’ı birlemek tüm peygamberlerin ortak çağrısıdır. Hz. Âdem’den, Hz. Muhammed’e kadar gelmiş geçmiş tüm peygamber, kavimlerini “Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka hiç bir ilahınız yoktur” (A’raf Suresi, 85) diyerek “Lâ ilâhe illallâh” sözünün hakikati olan Uulûhiyet Tevhidi’ne davet etmişlerdir. Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu tevhid kısmı da budur. Ulûhiyet tevhidi, Rububiyet tevhidini de içine almaktadır. Buna binaen Ulûhiyet Tevhidi asıl, Rububiyet Tevhidi ise onun fer’i kabul edilmiştir. {el-Kabasatu’s-Seniyye, Abdu’l-Fettah el-Halidî, sf. 29.}

3- İsim Ve Sıfat Tevhidi

Tevhidin üçüncü kısmı “İsim ve Sıfat Tevhidi”dir. “İsim ve Sıfat Tevhidi” Allah’ın isim ve sıfatlarında birlenmesi, tevhid edilmesi demektir. Bilindiği üzere, Kur’an’da ve Peygamberimizin hadislerinde Allah azze ve celle’nin bir takım isimlerinden ve vasıflarından söz edilmektedir.

* Allah’ın isimleri, “el-Esmâu’l-Hüsnâ” veya “Esmâ-i Hüsnâ”[1]  diye tabir ettiğimiz güzel isimlerden oluşmaktadır. Bunlar hadislerde ifade edildiğine göre 99 tanedir. Bir Müslüman, bunları layıkıyla kabul etmeli ve bunlar içerisinde Allah’ın birlenmesi gereken isimlerinde Allah’ı birlemelidir.

* Allah’ın sıfatlarına gelince; bunlar Allah’ın elinin olması, yüzünün olması, kızması, sevmesi, Arş’a istiva etmesi, tuzak kurması ve buna benzer bazı vasıflarıdır.

Bir Müslümanın, tüm bu vasıfları ―tevil etmeksizin― Allah’a yakışır şekilde kabul etmesi ve bunlara iman etmesi farzdır.

Bazı insanlar: “Eğer biz bunları kabul edersek ―hâşâ― Allah’ı insanlara benzetmiş oluruz” diyerek Allah’ın bu sıfatlarını reddetmekte ve bunları Allah’a yakışan manalarla tevil etmektedirler. Örneğin Allah’ın “Eli”nden kastın “güç ve kudret” olduğunu söylemekte, “Yüzü”nden kastında  “rızası” anlamına geldiğini iddia etmekteler. Bu tutum, Sahabenin ve onların yolundan giden âlimlerin çokta benimsediği ve onayladığı bir tutum değildir. Zira bu tutumda Allah’ın Kur’an’da “var” dediği şeyleri “yok” diyerek inkâr etme tehlikesi söz konusudur. Bu nedenle Selef-i Salihîn, bu tür tevillerden sakınmış ve Allah’ı, Allah’ın nitelendirdiği şekilde nitelendirmişlerdir.

Bizde tıpkı Selef-i Salihîn’in dediği gibi bu sıfatları olduğu gibi kabul etmekte ve her hangi bir benzetme, örneklendirme ve keyiflendirme yapmaksızın Allah’ın bunlarla muttasıf olduğunu söylemekteyiz.

Bizim bu noktadaki delilimiz Şûra Suresinin 11. ayetidir. Bu ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْء/Hiç bir şey O’nun benzeri değildir” (Şûra Suresi, 11)

Allah’ın eli vardır; ama bizim elimiz gibi değildir.

Arş’a kurulmuştur; ama bizim koltuğa oturuşumuz gibi değildir.

Kızar; ama bizim kızmamız gibi değil.

Sever; lakin bizim sevmemiz gibi değil…

O, kendisine yakışan ve layık olan şekilde bu vasıflarla muttasıftır. Hiçbir mahlûka ve yaratılmışa benzemez. O, Allah’ça sever, Allah’ça buğz eder, Allah’ça kızar. O, bu vasıflarında hiçbir mahlûka benzemez.

Bir keresinde İmam Malik rahmetullahi aleyh’e: {الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى} “Rahman Arş’a istiva etti” (Taha Suresi, 5) ayetinde geçen “istiva”nın nasıl olduğu hakkında soru sorulmuştu. İmam Malik şöyle cevap verdi: “İstiva bilinen bir şeydir, malumdur. Keyfiyeti/nasıllığı ise meçhuldür. Ona iman etmek farz, hakkında soru sormak ise bid’attır.” {el-Kabasatu’s-Seniyye, sf. 199.}

Aslına bakılırsa İmam Malik rahmetullahi aleyh, bu sözüyle sıfatlar hakkında takınmamız gereken tavrı bize öğretmiştir.

Sonuç olarak;

Bizlerin, Allah Teâlâ’nın ne kadar mükemmellik sıfatı varsa bunların hepsiyle muttasıf olduğuna, onun tüm eksik ve noksan sıfatlardan uzak olduğuna, bize bildirilen isim ve sıfatlarına hiç bir benzetme, örneklendirme, işlevsiz bırakma ve tahrife kaçmaksızın hakikati üzere iman etmesi gerekmektedir.

 

Faruk Furkan

 



[1] Bazıları bu ifadeden “el” takısını çıkararak “Esmâu’l-Hüsnâ” şeklinde telaffuz etmekte veya yazmaktadırlar. Hatta koca koca yayın evlerinden çıkan kitaplar bile bu şekilde basılmaktadır. Bu son derece yanlış ve hatalı bir ifade tarzıdır ve asla caiz değildir. Çünkü “Esmâu’l-Hüsnâ” denildiğinde isim tamlaması yapılmış olur ve “En Güzel Kadının İsimleri” anlamına gelir ki Rabbimizi bundan tenzih ederiz. “Esmâu’l-Hüsnâ” ifadesinin başına “el” takısı konulup telaffuz edildiğinde, yani “el-Esmâu’l-Hüsnâ” denildiğinde ise o zaman sıfat tamlaması olur ki, bu durumda mana “En Güzel İsimler” şeklini alır. Zaten asıl kastedilen de budur. Ortada birde “Esmâ-i Hüsnâ” şeklinde ifade tarzı vardır ki, bu da Osmanlıcaya uygundur. Sıfat tamlamalarını ifade edebilmek için birinci kelimenin sonuna “ı” veya “i” harfi ilave edilir ve böylece Arapçada ki sıfat tamlaması karşılanmış olur. İnşâallah bu yazıyı okuyan veya bir şekilde bu yazı kendilerine ulaşan yayınevleri hatalarını düzeltir ve Allah’ın isimlerini orijinal şekliyle ifade ederler.

Okunma Sayısı:14639