“Tâğuta ibâdet (ve itaat) etmekten uzak duran ve Allah’a yönelenler var ya, işte onlar için müjde vardır.” (Zümer, 17)
Allah celle celalhu tüm insanlığa örnek olması ve tıpkı bir numune gibi elle gösterilmesi için bir dönemin insanlarını özel olarak terbiye etti. Bu insanları, Peygamberimizin gözetim ve terbiyesine teslim ederek en güzel şekilde yetişmelerini sağladı. Onun gözetiminde yetişen bu nesil İslam’ı layıkıyla yaşadı ve tüm insanlığa örnek oldu. Allah o insanlardan razı olduğunu bildirdi, onların yaşadığı İslam’ı beğenerek tüm insanlığın tıpkı onlar gibi İslam’ı yaşaması gerektiğini söyledi. Bu eşsiz neslin adı seninde bildiğin üzere “sahabe” idi. Rabbimiz onlar gibi yaşamamız ve inanmamız gerektiğini şu ayeti ile bildirmiştir:
“Eğer onlar tıpkı sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse, şüphesiz onlar çıkmazdadırlar. Onlara karşı sana Allah yetecektir. O, işitendir, bilendir.” (Bakara Sûresi, 137)
Ayette geçen “sizin iman ettiğiniz gibi” ifadesi ile muhatap tutulan kimseler sahabîlerdir. Rabbimiz kâfilerin doğru yolu bulabilmelerini onlar gibi iman etmeye bağlamıştır. Bizim de doğru yolu bulabilmemiz onlar gibi iman etmeye, onlar gibi İslam’ı yaşamaya ve hayata tıpkı onların baktığı gibi bakmaya bağlıdır.
İşte laf buraya geldiğinde şu soruyu sormamak mümkün değildir:
Acaba bu insanlar ne yaptı da Allah onları bu kadar önemsedi ve onları tüm bir insanlığa örnek gösterdi?
İşte bu soruya verilecek doğru cevap bizim de hayatımızı değiştirecek ve bizleri tıpkı Allah’ın razı oldum, dediği o insanlar gibi yapacaktır.
Unutmamak gerekir ki, onlar öyle bir nesildi ki, böyle bir nesil tarihin hiçbir döneminde bir daha ortaya çıkmadı. Her ne kadar bazı fertler onlar gibi olsa da topluca bir cemaatin onlar gibi olduğu neredeyse hiç görülmedi.
Acaba neden?
İşte bunun nedenini bulabilmemiz için onların İslam’a, Kur’ân’a ve Peygambere bakışını incelememiz ve nasıl bir yöntem uygulayarak bu kutlu makama geldiklerini tespit etmemiz gerekmektedir.
Ben burada Seyyid Kutub’un temas ettiği üç madde zikredeceğim ki, bu üç madde sahabeyi “sahabe” yapan etkenlerdir. Eğer bizde onlar gibi olmak istiyorsak bu üç maddeye dikkat etmeli ve içeriğini doğru bir şekilde doldurmalıyız.
1- Beslendiğimiz temel kaynağımız ne?
2- İslam’ın emir ve yasaklarını nasıl telakki ediyor, algılıyoruz?
3- İslam’la sereflendiğimiz anda eski yaşantımızı ne kadar terk edebiliyoruz?
Evet, bu üç maddenin cevaplarını doğru bir şekilde verir ve doğru olan cevapları hayatımızda uygularsak, inanın, bizde örnek bir nesil olacak ve 21. yüzyılın sahbîsi unvanına hak kazanacağız.
Şimdi tekrar bu maddelere dönelim ve tek tek onlara doğru cevapları bulmaya çalışalım:
İlk maddede beslendiğimiz temel kaynağın ne olduğunu sormuştuk. Evet, gerçektende bu dini doğru anlamada temel kaynağımız, kendisine müracaat ettiğimiz aslî dayanağımız nedir?
Sahabe neslinin temel kaynakları, fikirlerini, düşüncelerini, inançlarını, adet, gelenek ve göreneklerini kendisi ile değerlendirdikleri aslî müracaat kitapları elbette ki Kur’ân’dı. Onlar her şeylerini bu kitaba göre değerlendiriyorlardı. Tüm değer yargılarının, düşüncelerinin, fikirlerinin, iş, söz ve inançlarının sağlamasını hep ama hep bu kaynağa göre yapıyorlardı.
Bu gün belki bizde aynı şeyi söylüyoruz. Bizde belki “Bizim kitabımız Kur’ân’dır, bizde tüm değerlerimizi, fikirlerimizi ve inançlarımızı ondan alırız, hayatımızı ona göre belirleriz” diyoruz; ama gerçek hayatta durum gerçektende söylediğimiz gibi mi, bunu düşünmemiz gerek.
Kimimiz falanca hocaların dediklerine göre, kimimiz filanca şeyhlerin söyledikleri ile, kimimiz de feşmekanların iddialarıyla şekillenmiş bir inanca ve hayat şekline sahibiz. Bir konu karşımıza geldiğinde “Allah ne buyuruyor” demeden önce, “üstadımız ne diyor” diyerek meseleye yaklaşıyor ve birilerini, adını öyle koymasak da −hâşâ− Allah’ın önüne geçiriyoruz.
Kur’ân ve sünnette her problemin ve her anlaşmazlığın çözümü olduğunu kesin olarak biliyoruz. Hatta Rabbimizin “Ey iman edenler… Eğer her hangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe iman etmişseniz onun hallini Allah'a ve Peygambere götürün…” (Nisa Sûresi, 59) ayetini duymayanımız yoktur. Ama örneğin, günümüzün en büyük problemlerinden birisi olan demokrasi meselesini ve insanoğlunun kanun yapma yetkisine sahip olup-olmadığını hiçbir zaman Allah’a götürmüyor ve “Rabbim, sen bu mesele hakkında ne diyorsun? İnsanoğlu senin kanunlarına aykırı kanun yapıyor, kitabını arkalarına atıyor, zinayı serbest, içkiyi mübah, kumarı normal addediyor; sen bu duruma ne diyorsun, bundan razı mısın?” diye sormuyoruz.
Bu durumda nasıl oluyor da sahabe gibi temel kaynak olarak Kur’ân’ı kabul etmiş oluyoruz?
Bu bir çelişki değil mi?
İşin aslına bakılırsa biz her ne kadar “Kur’ân bizim kitabımızdır” desek de, vakıada aksi bir tavır içerisine giriyor ve falancaları, filancaları Kur’ân’ın önüne geçirerek sahabenin yapmadığını yapıyoruz.
Allah için söyleyin, insanoğlunun kanun yapma yetkisine sahip olup-olmadığını ne zaman Kur’ân’a sordunuz? Ne zaman Kur’ân’ı açıp da “Ya Rabb! Sen bu meselede ne diyorsun” diye bir araştırmada bulundunuz? Ama aynı siz belki bu konuyu onlarca hocaya, üstada veya önder kabul ettiğiniz insanlara sordunuz.
İşte sahabe ile bizi ayırt eden en temel nokta burasıdır. Onlar Ebubekir ve Ömer gibi insanları bile Kur’ân süzgecinden geçiriyor, hata ettiklerinde karşılarına dikilerek yanlış yaptıklarını söyleyebiliyorlardı. Peygamber Efendimizin amcasını oğlu olan İbn-i Abbas tartışmış olduğu bir gurup insana şöyle diyordu:
“Üzerinize neredeyse gökten taş yağacak! Ben ‘Rasûlullah şöyle buyuruyor’ diyorum, siz ‘Ebu Bekir şöyle dedi’ diyorsunuz.”
İşte onlar Peygamber Efendimizin sözünün üzerine söz söyleyen kimseleri böyle azarlıyorlardı. Öyle ki karşıdaki insanın elinde Ebubekir gibi büyük bir sahabînin sözü bile olsa!
Peygamberin sözüne bu kadar değer veren ve onu bu kadar önemseyen kimselerin, Allah’ın sözüne nasıl değer vereceklerini varın, siz düşünün.
Bu gün kendilerine “Allah Teâlâ şöyle buyurur, Allah’ın Rasulü şöyle buyurur” dediğimiz zaman bize “Cemaatimiz şöyle diyor, Üstadımız böyle diyor, maslahatımız bunu gerektiriyor” diyerek Kur’ân ve Sünnetle karşı karşıya gelenlerin durumu ne olur acaba?
Sahabeyi “sahabe” yapan unsurları konuşuyorduk. Onları sahabe yapan temel unsurun Kur’ân olduğunu anlattık. Peki onları “sahabe” yapan diğer husus neydi?
Onları sahabe yapan ve Allah’ın numune nesil olarak karşımıza çıkardığı insanlar haline getiren ikinci şey, İslam’ın emir ve yasaklarını tıpkı bir komutandan emir alan asker gibi telakki etmeleriydi. Onlar, Kur’ân’ı amele dönük olarak okudular. Kültürlerini geliştirmek, bilgilerini artırmak, malumatlarını çoğaltmak maksadıyla Kur’ân okumadılar. Verilen emirleri sorgulamadılar; anında pratiğe döktüler.
Sahi, savaşın en şiddetli anında kendisine emir veren komutanın direktiflerini sorgulayan ve bu nedenle kendisinden istenilen talepleri geciktiren veya yapmayan askere ne denir? Onun bu yaptığı makul müdür? Oysa iyi bir asker, komutanı kendisine “Yat” dediğinde yatan, “Kalk” dediğinde kalkan ve “Vur” dediğinde vuran askerdir. Bu emirleri sorgulamaya ve “Neden yatacakmışım? Burası yatmaya elverişli mi? Niçin vuracakmışım?” tarzında sorular sormaya başlayan asker, hem savaşın kaybedilmesine hem de kendisinden nefret edilmesine sebep olabilir.
İşte sahabe nesli tıpkı komutanının direktiflerini sorgulamayan ve kendisine verilen emirleri hemen yerine getiren asker gibi Kur’ân okudu. Bu nedenle de Allah’ın övgüsüne mazhar oldular.
21. yüzyılın müslümanları olarak bizlerde Kur’ân’dan istifade etmek istiyorsak, tıpkı bu örnekteki gibi Rabbimizin emirlerine sarılmalı ve O’nun direktiflerini sorgusuz-sualsiz tatbik etmeye koyulmalıyız. Bunu becerdiğimizde Allah’ın izni ile sahabe nesli gibi bir nesil olmaya hak kazanacak ve bu yüz yılda Rabbini razı eden cennete namzet Kur’ân hamilleri olacağız.
Onları sahabe yapan üçüncü husus ise, İslam’la şereflendikleri ilk anda eski yaşantılarını terk etmeleri ve önceki hayatlarına çizgi çekmeleriydi. Onlardan İslam’a giren bir kişi, İslam’ın kapı eşiğine geldiğinde cahiliyesindeki ve önceki hayatındaki tüm şeyleri oraya bırakır ve kapıdan yeni bir kimlik, yeni bir hüviyetle içeri girerdi.
Bu gün ise durum bundan çok farklı. Bizler İslam ile müşerref olduğumuzda tüm adet, gelenek, görenek ve eski yaşam tarzımızı beraberimizde İslam’a sokuyor ve eski hayatımızla birlikte müslüman oluyoruz. Oysa sahabe nesli, önceki hayatlarında yaptıkları veya inandıkları her şeye şüpheli bir gözle bakıyor, onların üzerine siyah bir çizgi çekerek reddediyordu.
Etrafınıza bakın. Müslümanım diyen insanların birçoğunun şu cahiliye toplumundan ne farkı var? Onlarda adetlerini yaşıyor, Müslümanım diyenlerde. Onlarda geleneklerine bağlı, Müslümanım diyenlerde. Onlarda analarından, atalarından duyduklarını doğru kabul ediyor, Müslümanım diyenlerde. Durum böyle olunca gerçek İslam nasıl yaşanacak, sahabe gibi nasıl olunacak?
Oysa Allah Rasulünün hayatına baktığımızda daha davetinin ilk anlarından itibaren insanları, atalarından duyup-öğrendikleri şeyleri terk etmeye, adetlerini bırakmaya, geleneklerini atmaya ve hayatlarını yalnızca Allah’ın sözlerine göre yaşamaya çağırdığını görürüz.
Şu hâdise bu noktada çok önemlidir; iyi kulak ver.
Peygamber Efendimiz Kureyş kâfirleri ile Hudeybiye antlaşmasını imzaladığı günlerde Kureyşlilerin lideri olan Ebû Süfyan, bir ticaret kervanıyla birlikte ticaret için Şam’a gider. Mekke’den bir kervanın ülkesine geldiğini haber alan Rum imparatoru Herakleios, hemen kervandakileri huzuruna çağırtır. Kervan içerisinde Peygamber Efendimize soy bakımından en yakın Ebû Süfyan olduğu için tercüman vasıtasıyla sorularını ona yöneltir. Aralarında uzunca bir konuşma geçer. Ama konuşma içerisinde yer alan şu bölüm, Peygamber Efendimizin insanları neye davet ettiğini net olarak ortaya koyduğundan bizim için çok, ama çok önemlidir.
Herakleios Ebû Süfyan’a sorar:
Ebû Süfyan’ın ifade ettiği şu söz çok önemlidir:
“Atalarınızın söyledikleri şeyleri terk edin.”
O günlerde henüz iman etmemiş olan Ebû Süfyan, Peygamber Efendimizin davasının ne olduğunu çok iyi anlamıştı. Peygamber; tevhide, atalar dinini terk etmeye, adet, gelenek ve benzeri şeylerden uzak durmaya ve ahlak ilkelerine insanları davet ediyordu.
Maalesef o günün en azılı müşriklerinin bile rahatlıkla anladığı bu hakikati, günümüz insanı henüz anlayamamakta yahut bir yönüyle anlasa bile, bazı yönleriyle hakkıyla kavrayamamaktadır.
İşte kardeşim, buraya kadar anlattığımız şeylerle biz seni; Allah için sahabe gibi olmaya, hayatı onlar gibi yaşamaya, bakış açını tıpkı onlarınki gibi yapmaya, dine onların yaklaştığı gibi yaklaşmaya davet ediyor, cahiliyendeki bütün inanç, görüş, düşünce ve ahlaklarını İslam kapısının eşiğinde bırakmanı, bu akideye berrak ve pak bir şekilde girmeni istiyoruz.
Sen, etrafında bu bilinçteki insanların azlığından yakınma! Neden müslümanım diyenler böylesine berrak ve pak değil, diyerek ümitsizliğe kapılma! Bil ki her daim hakkın gerçek talipleri az olmuş, İslam’ı gerçek anlamda yaşayanlar yok denecek kadar az bulunmuştur.
Son olarak sana, Selef âlimlerinin en değerlilerinden birisi olan Fudayl b. Iyad’ın şu sözlerini aktarmak istiyorum. Belki bu sayede kalbin yatışır, için ferahlar ve yalnızlıktan dolayı alev alev yanan gönlüne bir su serpilmiş olur.
“Müntesiplerinin az oluşuna bakarak haktan uzaklaşma! Helak olanlarının çokluğundan dolayı da bâtıla aldanma!”
Faruk Furkan
(Lâ İlâhe İllallâh Ne Demek Biliyor musun?
adlı eserden alıntılanmıştır.)