“(İşte) Allah, öğüt almaları için insanlara böyle benzetmeler yapar.” (İbrahim, 25)

DÖRDÜNCÜ İPUCU “TEVHİDİ ÖNEMSEMEK VE ÖNCELEMEK”

MÜSLÜMAN KALABİLMEK İÇİN

NELERE DİKKAT ETMELİYİZ?

 

DÖRDÜNCÜ İPUCU

“TEVHİDİ ÖNEMSEMEK VE ÖNCELEMEK”

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

 

Hidayet üzere kalmanın diğer bir ipucu da; tevhidi öncelemek, onu her şeyin önüne takdim etmek, hayatımızda yer alan her şeyi tevhide göre değerlendirmek ve ona gereken değeri atfederek onu önemsemektir. Bu gerçekten de çok önemli ve dikkat edilmesi gereken bir husustur.

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ يَهْدِيهِمْ رَبُّهُمْ بِإِيمَانِهِمْ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ

“Şüphesiz ki iman edip salih ameller işleyenleri Rableri imanları sebebiyle hidayet edecektir. Naim cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akacaktır.” (Yunus, 9)[1]

Bu gün hak yoldan ayağı kayan ve tevhid akidesini terk eden nice insanın sapıtmasındaki temel nedenlerden birisi; hayatlarında tevhidi öncelememeleri ve her meseleyi tevhid eksenli değerlendirmemeleridir. Bir müslüman eğer karşısına çıkan her olayı, adım atacağı her işi ve girişeceği her meseleyi tevhid eksenli değerlendirirse hak yoldan sapması ve hidayeti kaybetmesi mümkün olmaz; çünkü yaşamlarının her alanında tevhide öncelik veren ve tevhidi hayatlarının merkezine oturtturan kimseleri hak üzere sabit kılacağı Allah’ın onlara yaptığı bir vaattir. Allah ise vaadinden asla dönmez. Rabbimiz şöyle buyurur:

يُثَبِّتُ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ وَيُضِلُّ اللَّهُ الظَّالِمِينَ وَيَفْعَلُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ

“Allah iman edenleri, dünyada da ahirette de sabit bir söz (olan kelime-i tevhid) ile sabit kılar. Allah (küfre sapan) zalimleri de sapıklıkta bırakır/saptırır.  Ve Allah dilediğini yapar.” (İbrahim, 27)

Rabbimiz bu ayetinde iman ehli olan kullarını hem dünyada hem de ahirette, tüm peygamberlerin ortak çağrısı olan ve günümüze kadar değişmeden gelen kelime sayesinde −ki bu kelime bazı sahabelerin tefsirlerine göre “lâ ilahe illallah”tır[2]− sabit kılacağını haber vermektedir.

Allah’ın bu kelime sayesinde dünyada iken kulunu sabit kılmasından:

1- Cihad meydanları gibi ayakların kayması muhtemel olan yerlerde ona sebat vermesi,

2-İmanını şirk, küfür ve nifak gibi sahibini ebedî cehenneme duçar eden amellerden koruması,

3-İmtihanların arttığı dönemlerde gönlüne genişlik vererek musibetler karşısında onu dimdik ayakta tutması kastediliyor olabilir. Bu saydıklarımızın hepsi ayetin kapsamına dâhildir.

Bu durumlarda kul eğer imanında herhangi bir tavize yer vermeden Rabbiyle ilişkisini ihlâsla devam ettirirse, Allah da ona dünyada dini üzere sabit kalma nimetini ihsan eder ve ayaklarına sebat vererek akidesinde herhangi bir fitneye maruz kalmamasını sağlar. Ama şayet kul bu durumda imanından taviz verir ve Rabbi ile ilişkisini ihlâs çerçevesinde sürdürmezse, o zaman Allah’ın onu inancında sabit kılması söz konusu olmaz. Böylesi bir durumda helak olmak −Allah muhafaza− an meselesidir.

Yeri gelmişken hemen hatırlatalım; Allah celle celaluhu, bazen kulunun samimiyetini ölçmek için onu imanı ve tevhidiyle imtihan eder. Kulunun iman iddiasındaki samimiyetini, gerçekten de Rabbine iman edip-etmediğini görmek ister. Eğer kul bu iman iddiasında samimi ve imanını dili ile ikrar ettiği kelime-i tevhidinde ihlâslı ise, bu durumda Rabbi onun imanına sebat verir ki, bu sayede kul dinini muhafaza etmiş olur. İşte ayetin “Allah iman edenleri, dünyada (…) sabit bir söz (olan kelime-i tevhid) ile sabit kılar”  kısmı ile kastedilen –Allah en iyisini bilir− budur. Şayet iman iddiasında ihlâssız ise o zaman Allah’ın onu sabit kılması söz konusu değildir.

Allah’ın bu kelime sayesinde ahirette kulunu sabit kılmasından da:

1-Ahiretin ilk durağı olan kabrin sorgu ve fitnesi esnasında sorulara kolayca cevap vermesini sağlaması,

2-Ahiretin en çetin yerlerinden birisi olan sıratta ayaklarını sendeletmemesi,

3-Yine ahiretin azap ve sıkıntılarından muhafaza etmesi,

4-Hesap anında dile kolaylık, kalbe mutmainlik vermesi kastediliyor olabilir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in bu ayeti kabirde müslümanın kendisine yöneltilen sorulara yalpalamadan doğru cevap vermesine delil gösterdiği ve ayetle kastedilenin bu olduğunu söylediği nakledilmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Müslüman kabirde sorguya çekildiği zaman Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna (yani tevhide) şehâdet eder. İşte Allah’ın: ‘Allah iman edenleri, dünyada da ahirette de sağlam bir söz (olan kelime-i tevhid) ile sabit kılar’ sözü(nden kasıt) bu­dur.”[3]

Ayette Allah’ın dünya ve ahirette kulunu sabit kılmasından net olarak neyin kastedildiğini bilmiyoruz. Ama şunu kesin olarak biliyoruz ki, Allah, tevhidine sahip çıkan mümin kullarını dünyada ve ahirette ayakların sabit kılınması gereken her yerde sabit kılacak, onları tevhidlerinin hatırına hak yoldan saptırmayacaktır. Ayetin “Allah sabit kılar” şeklinde bir genelleme yapması bizlerin bu anlamı tercih etmesini sağlamaktadır. Yine de Allah en doğrusunu bilir.

Nereye Kadar Tevhid?

Bu gün bazı insanlar şöyle bir serzenişte bulunuyorlar:

“Hocam, yıllardır tevhid, tevhid, tevhid deyip duruyoruz; acaba ne zaman tevhidi bitirip diğer hususlara geçecek, ne zaman ibadetleri önceleyeceğiz?”

Sanırım bu tür laflar sizin de kulağınıza gelmiştir.

Böylesi serzenişte bulunanlara öncelikle şunu söylemek isteriz: Bu sözünüz her ne kadar ilk bakışta haklı gibi gözükse de asıl itibariyle son derece yanlış ve hatalı bir sözdür. Sanki tevhidi hakkıyla idrak edememiş ağızdan çıkan bir laf gibidir. Oysa tevhidi iliklerine kadar özümsemiş birisi, Nuh aleyhisselam gibi 950 yıl kavmine tevhidi anlatsa asla ondan gocunmaz, onu bırakıp da başka şeylerle meşgul olma niyeti taşımaz.

Bir insan eğer tevhidin; işin başı, ortası ve sonu olduğunu bilse, tüm peygamberlerin davalarının bu asıl üzere kurulduğunu hakkıyla idrak etse bu tür bir itirazı gündeme getirmez ve her daim tevhide vurgu yapılmasından, tevhidin her ortamda dillendirilmesinden asla rahatsızlık duymaz. Ama basiretlerin körelmesi, kalplerin katılaşması ve gönüllerin hakkı gereği gibi kavrayamaması insanlarımızı bu tarz itirazları dile getirmeye sürüklemiştir.

Burada bazı hususlara temas ederek bu itirazı yapanlara nasihat etmek ve tekrar tekrar tevhidin önemini vurgulayarak bunun bizim dinde sabit kalabilmemiz için hayati önem taşıyan bir unsur olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

1- Öncelikle şunu ifade edelim ki tevhid, Muhammed Kutub’un da dediği gibi asla kendisi bir kenara bırakılarak başka şeylere geçilecek bir mesele değildir. Aksine tevhid kendisiyle birlikte ancak başka ibadetlere geçilecek bir şeydir. O bir kitabında der ki:

التوحيد لا ينتقل منه بل ينتقل معه

“Tevhid, kendisi (bir tarafa) bırakılıp başka şeylere geçilecek bir şey değildir; aksine tevhid kendisiyle birlikte başka şeylere geçilecek bir husustur.”[4]

Muhammed Kutub’un bu ifadesiyle kastettiği şey şudur: İslam asla tevhidi bir kenara bırakarak tevhiden yoksun bir şekilde diğer ibadetleri yapmayı istemez; aksine İslam, tüm ibadetleri tevhidle birlikte emreder. Yani tevhid ve namaz, tevhid ve cihad, tevhid ve zekât, tevhid ve sadaka, tevhid ve hac, tevhid ve diğer ibadetler… Tevhid olmadan bunların hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Bunların bir anlam kazanabilmesi ancak tevhid ile mümkündür. İşte bundan dolayı müslüman her meselesinde tevhidi öncelemeli, tevhidi esas kabul etmeli ve tevhidi gündeminde tutmalıdır.

Muhammed Kutub’un ifade ettiği bu önemli hakikat Allah’ın, kitabında son derece riayet ettiği bir husustur. O celle celaluhu, tevhidi insanların gönlüne nakşettikten sonra bile birçok ibadetin hemen ardından yine tevhide dikkat çekmiş ve adeta tevhidin önemini biz kullarına iyiden iyiye kavratmak istemiştir. Örneğin, Nisa sûresinde miras ahkâmını ve bazı ailevî hükümleri zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur:

وَاعْبُدُوا اللَّهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا

“Allah’a kulluk edin ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın…” (Nisa, 36)

Rabbimizin tamamen ahkâmla alakalı olan bazı hususları zikrettikten hemen sonra lafı getirip tekrar tevhide bağlaması, sözü anlayan insanlar için aslında çok şey ifade etmektedir.

Rabbimiz yine aynı sûrede birçok ahkâmı anlattıktan sonra şirkin tehlikesinden şöyle bahsetmiştir:

إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا

“Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını (tevbe etmeden) asla bağışlamaz. Bunun altında kalanları ise dilediği kimseler için bağışlar. Artık her kim Allah’a ortak koşarsa, çok büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (Nisa, 48) 

Yine adam öldürme, hicret ve kadınlarla alakalı birçok hükmü anlattıktan sonra imanın önemine şöyle vurgu yapmıştır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنْزَلَ مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعِيدًا

“Ey iman edenler! Allah’a, Resûlü’ne, indirdiği Kitab (Kur’ân)’a ve daha önce indirdiği kitap(ların asılların)a iman edin. Artık her kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resûllerini ve âhiret gününü inkâr ederse muhakkak ki o, derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa, 136)

İşte tüm bu anlatılanlar Allah Teâlâ’nın tevhide ne kadar önem verdiğinin ayrı ayrı birer delilidir. Eğer Allah bazı cahillerin zannettiği gibi tevhidi bu denli önemsemeseydi, Mekke’de tam 13 yıl insanlara tevhidi anlatmış olmasına rağmen Medine’de ahkâm ve ibadetin ardından bu kadar yoğun bir şekilde tekrar tekrar tevhidi anlatır mıydı? Eğer anlatmışsa o zaman bu, Rabbimizin tevhidi oldukça önemsediğini ve her şeyde tevhidin öncelenmesi gerektiğini düşündüğünü gösterir.

2) Nuh aleyhisselam, tam 950 yıl boyunca kâfir olan toplumuna sadece tevhidi ve tevhidin içeriği olan hususları anlattı. Onlar bu çağrıya icabet etmedikleri için de kendilerine tevhidden başka bir şeyi anlatma olasılığı bulamadı, ibadetleri veya ahkâmı tebliğ edemedi. Onlara bizimkilerin mantığıyla “Ya, bu adamlara bunca yıldır tevhid anlatıyorum; artık birazda ibadet ve ahkâm anlatayım” demedi. Çünkü tevhidsiz bir ibadetin Allah katında hiçbir anlamı olmadığını o çok iyi biliyordu.

Şimdi merak ediyoruz doğrusu; acaba bizimkiler onun yerinde olsaydı ne yaparlardı? “Bunca yıldır tevhid, tevhid, tevhid, deyip duruyoruz! Yeter artık birazda ibadet ve ahkâmla uğraşalım!” mı derlerdi, yoksa “Bizden bu kadar. Artık pes ediyoruz” mu derlerdi?

Hangisi?

Bu sözlerden hangisi olursa olsun her ikisi de Allah’ın razı olacağı sözler değildir. Birincisi usulen hatalıdır; ikincisi bezmişliğin bir göstergesidir. Ama neticede her ikisi de problemlidir.

Şunu net olarak bilmek ve kabullenmek gerekir ki, eğer bizim kavmimiz de tevhide gelme noktasında ayak diretir, şirki tercihe devam ederse, biz de onlar değişene veya Allah bizleri katına alana kadar kendilerine tevhidi anlatmaya devam ederiz. İnşallah “Yeter artık! Yıllardır tevhid anlatıyoruz, biraz da ibadetlerden, güzel ahlaktan, gece namazından, sadakadan, hayır-hasenattan bahsedelim” demeyiz. Onlar ne zaman kendilerini şirkten kurtarırlarsa, bu sayılanları ancak o zaman gündeme getiririz; çünkü biz biliriz ki bunlar, tevhid olmadan kendilerinden kabul edilmeyecek işlerdendir.

3) Şirk içerisinde yüzen toplumumuzun değiştiğini ve tevhide yöneldiğini görsek bile bizim yine tevhidden vazgeçmemiz söz konusu olmaz. Zira Allah, gerek Mekke döneminde gerekse Medine döneminde tevhidi anlatmaktan ve tevhidin önemine vurgu yapmaktan asla vazgeçmemiştir. Mekke’de anlattığı birçok tevhidî konuyu “Bunlar nasıl olsa bunu biliyorlar” diyerek Medine’de iman etmiş topluma tekrar yeniden hatırlatmaktan vazgeçmemiştir. Birinci maddede zikrettiğimiz ayetler bu gerçeğin en büyük delilidir.

4) Rabbimiz Efendimiz aleyhisselam’a Hicir sûresinin son ayetinde:

 وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

“Ölüm sana gelene dek Rabbine kulluğa devam et”  buyurarak, vefat edene kadar ibadete devam etmesini emretmektedir. Bilindiği üzere ibadetin ve kulluğun birinci adımı “tevhid”dir. Ve bu dindeki en önemli kulluk esası yine “tevhid”dir. Bundan dolayı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem, son anına kadar tevhidî bir hayat yaşamış, en son nefesini verinceye dek tevhid merkezli bir yaşam sürdürmüştür. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem’i kendisine örnek alan her müslümanın da bu konuda tıpkı O’nun gibi olma zorunluluğu vardır. Bundan dolayı her müslüman, tıpkı önderi Muhammed aleyhisselam gibi ölene dek tevhidini muhafaza etmeli ve hayatının merkezine tevhidi koyarak o eksende bir yaşam sürdürmelidir.

Eğer müslüman bu değeri muhafaza etmek için sürekli onu gündemde tutmaz ve hayatının merkezine onu oturtmazsa, gün gelir onu kaybedebilir. Bilinmelidir ki hakikatlerin zihinlerde ve pratik hayatta canlı tutulması bir zorunluluktur. Gündem edilmeyen ve pratik hayatta canlı tutulmayan gerçekler gün gelir zihinlerden de, vakıadan da silinir gider. Böyle olmaması için ölüm gelene dek tevhide ve tevhidin reel hayatta uygulanmasına sabredilmeli, asla bu noktada gevşeklik gösterilmemelidir.

 İşte zikrettiğimiz tüm bu sebeplerden dolayı şunu net olarak söyleyebiliriz ki; “Hocam, yıllardır tevhid, tevhid deyip duruyoruz; acaba ne zaman tevhidi bitirip diğer hususlara geçeceğiz?” diyenler aslında tevhidin ne kadar yüce bir değer olduğunu gereği gibi anlamamış insanlardır. Bu insanlar şayet tevhidi kabul eden kimselerse, bu sözü gafletlerinden; yok eğer tevhidde problemi olan şahıslarsa, küfürlerinden söylemektedirler. Bunun başka bir adı yoktur!

Ne diyelim, Allah hepimize tevhidi hakkıyla idrak etme noktasında şuur versin.

Önemli Bir Hatırlatma

Hastalık neredeyse, doktorun orayı tedavi etmesi bir zorunluluktur. Kazada aldığı derin yaralardan dolayı kan kaybeden, ama aynı zamanda parmağı da kırılmış olan bir hastaya önce alçı tedavisi mi uygulanır, yoksa kan durdurma tedavisi mi?

Elbette ki kan durdurma tedavisi öncelikle uygulanır.

Bu hastaya tutarda öncelikle alçı tedavisi uygulanırsa, fazla değil on dakika sonra kan kaybından hayata gözlerini yumar ve yanlış tedavi sonucu ölüm gerçeğiyle yüzleşmiş olur.

Aynı bunun gibi, toplumun doktorları olan davetçilerin, tevhidi eksik olan bir adama tutup başka şeyler anlatmaları, örneğin namazın, orucun, sadakanın, gece namazının veya benzeri ibadetlerin faziletlerinden bahsetmeleri ona yanlış tedavi uygulamaları anlamına gelir ki, bu −Allah korusun− onları Allah’ın huzurunda mesul kıldığı gibi, hesabını veremeyecekleri bir pozisyona da düşürür aynı zamanda.

Bizim toplumumuzun eksikliği sadaka vermemek, oruç tutmamak, hacca gitmemek veya benzeri ibadetleri yapmamak değil ki? Aksine bizim toplumumuzun eksikliği öncelikle tevhid’i bilmemek ve tevhidle gereği gibi amel etmemektir. Bu nedenle davetçilerin başka değil, ilk olarak sadece tevhidin düzeltilmesiyle uğraşmaları gerekmektedir.

Bu aynı zamanda Rasulullah sallallahu aleyhi ve selem’in de takip ettiği bir metottur. O, kendisine gelen ve en faziletli amelin ne olduğunu soran sahabîlerine eksik oldukları noktaları göz önüne alarak farklı farklı cevaplar vermiştir. Cimri olana “yemek yedirmen”, ana-babasına asi olana “ebeveynine itaat etmen”, geceyi hep uykuyla geçirene de “gece namazı kılman” diyerek cevap vermiştir. Soru aynı; ama cevaplar birbirinden farklı. Aynı soruya birçok farklı cevapla karşılık vermenin tek bir izahı vardır, o da: Eksikliğin giderilmesi ilkesidir. Allah’ın Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem eksiklik neredeyse onu tedavi etmeyi prensip edinmiş ve nerede bir rahatsızlık görmüşse onu iyileştirmeyle uğraşmıştı.

Onun yolunda olduğunu söyleyen davetçiler de aynı yolu izlemeli ve toplumun birincil eksiği ne ise onu ıslah için uğraşmalıdırlar. Toplumumuzun birincil ve en önemli eksiği “tevhid” olduğuna göre, onu tedavi edene dek gündem etmekten geri durmamalı “Hocam, yıllardır tevhid, tevhid, tevhid deyip duruyoruz; acaba ne zaman tevhidi bitirip diğer hususlara geçecek, ne zaman ibadetleri önceleyeceğiz?” diyenlerin laflarına aldırmamalıdırlar.

*** *** ***

Tevhidi öncelemek ve önemsemek, hidayet üzere kalabilmemizin belki de en önemli basamağıdır. Hayatımızdaki her şeye onun penceresinden bakarak ve insanları, kurumları, devletleri, idarecileri, işleri, amelleri, olayları, hadiseleri… hep onun perspektifinden değerlendirerek ancak imanımızı muhafaza edebiliriz.

Bu gün, zikrettiğimiz bu şeyleri tevhid süzgecinden geçirmeyen, onları tevhid merceğiyle incelemeyen veya bu şeyler karşısında temel kriteri tevhid olmayan[5] nice gafil müslüman, gün geliyor sapıtıyor ve hidayet nimetinden sıyrılıp çıkıyor. Biz de aynı akıbetle karşılaşmamak için tevhidimizi çok ama çok önemsemeli ve her şeyi onun bize kazandırdığı basiretle değerlendirmeliyiz. Aksi halde hidayet yolundan yuvarlanır, tepe takla dalalet çukuruna düşüveririz. Rabbim hepimizi hidayetten sonra dalalete, tevhidden sonra şirke düşmekten muhafaza buyursun.

Faruk Furkan

 



[1] Görüldüğü üzere bu ayette Rabbimiz, imanları sebebi ile kullarının hidayetlerini daha da çok artıracağını haber vermektedir. Bu ayetteki iman ile bizim anlatacağımız tevhid aynı şeylerdir. Dolayısıyla iman sebebiyle hidayet ne kadar artıyorsa tevhid sebebiyle de hidayet o kadar artar; çünkü ikisi aynı şeydir. Buna göre müslümanların imana, yani tevhide son derece önem atfetmeleri gerekmektedir ki, bu sayede hidayetleri daha da çok artsın. Ayete verdiğimiz bu meal, bazı âlimlerin tercihidir. “يَهْدِيهِمْ رَبُّهُمْ بِإِيمَانِهِمْ”ibaresini birinci haber, “تَجْرِي مِنْ تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ” ibaresini de ikinci haber yaptığımız zaman bu anlam söz konusudur. Bazı âlimler ise bu ayeti şu şekilde meallendirmişlerdir: “Şüphesiz ki iman edip salih ameller işleyenleri Rableri imanları sebebiyle naim cennetlerinde altlarından ırmaklar akan cennetlere iletecektir.” En doğrusunu yine de Allah bilir.

[2] Bkz. Tefsîru’l-Kurtubî, 9/362.

[3] Buhari rivayet etmiştir.

[4] Mefâhimu Yenbaği En Tusahhah.

[5] Burada “Bir müslümanın nasıl olurda temel kriteri tevhid olmaz” şeklinde bir itiraz yapılabilir. Ama hemen belirtelim ki etrafımızda bilip-gördüğümüz, tanık olduğumuz nice müslüman var ki, onların her meseledeki temel ölçüsü maalesef tevhid değil. Bazılarınınki eğitim, bazılarınınki kültür, basılarınınki de örf ve adetler. Bunlar -üzülerek söylüyoruz ama- kimi zaman eğitimi veya örfü tevhidin önüne geçirebiliyor ve bundan rahatsızlık duymuyorlar! Örneğin, eğitimi o kadar önemsiyor, o kadar önceliyorlar ki, bu, zamanla onları tevhidlerini ihlal etme veya riske atma pahasına kâfir eğitim kurumlarından eğitim almaya, ciğer parelerini bu kurtların eline bırakmaya sevk edebiliyor. “Eğitim, eğitim, eğitim…” diye diye küfür amelleri kesin olarak işletilen eğitim kurumlarını, çocuklarına daha iyi bir gelecek hazırlama adına tercih edebiliyorlar. Buna karşılık iyi bir eğitim vermiyor gerekçesiyle de müslümanların eğitim kurumlarını veya okullarını tercihe yanaşmıyorlar. Tamam, müslümanların çalışmaları ve eğitim kaliteleri baskılar, zorluklar ve imkânsızlıklar nedeniyle kâfirlerinki kadar kaliteli olamayabilir. Ama ne olursa olsun, eğer ortada tevhidimizin riske girmesi söz konusu ise neticesinde çocuklarımız okuma-yazma öğrenemeyecek bile olsa bu tür kurumları tercih etmemeliyiz. İşin aslı bir müslüman, tevhidine zarar vereceğine cahil kalmayı veya çoluk-çocuğunun cahil kalmasını tercih etmelidir. Tabii hemen belirtelim ki, bunların zannettiği üzere fen, hayat bilgisi veya matematik gibi dersleri bilmemek cahillikse! Allah bizi fen veya matematiği bilmekle mükellef tutmamıştır; ama tevhidimizi korumak ve muhafaza etmekle mükellef tutmuştur. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun, temel kriteri tevhid olan bir müslümanın asla eğitimi, ticareti, örf- adetleri veya bir başka şeyi asla tevhidinin önüne geçirmemelidir. Her şeyi tevhidiyle değerlendirmeli, tevhidine zarar vermesi muhtemel olan her şeyden bila şart uzak durmalıdır. Ne diyelim, Allah bu noktada müslümanlara basiret ve şuur ihsan eylesin ve tevhidi onların gönlünde hak ettiği değere sahip kılsın. (Âmîn)

Okunma Sayısı:3491