“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokman, 17)

ERİYEN SERMAYEMİZ: “VAKİT”


بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

Vakit, insanoğlu için paha biçilmez bir sermayedir. Bu sermayenin kıymeti ―meşhur bir Arap sözünde de belirtildiği gibi― ancak yokluğunda bilinebilir. “Nimetin kadr u kıymeti yokluğunda bilinir”

Efendimiz aleyhisselâm, insanların bu nimete karşı duyarsız olduklarını ve onun değerini bilmediklerini şu sözleri ile ifade etmiştir: “İki nimet vardır ki, insanlar onlar hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit.”[1]

İnsanoğlu, gerçektende bu nimet hususunda büyük bir gaflet içindedir. Oysa insan Kur’an-ı Kerim üzerinde birazcık düşünse namaz, oruç, hacc ve benzeri birçok ibadetin belirli zamanlarda emredildiğini ve bu zamanlar kaçırıldığında yapılan ibadetlerin herhangi bir anlam taşımadığını rahatlıkla anlayabilir. Yine hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim üzerinde azıcık kafa yoranlar, Allah Teâlâ’nın sürekli bazı zaman dilimlerine yemin etmek sureti ile zamanın ne kadar değerli bir nimet olduğunu anlatmaya çalıştığını çok rahatlıkla idrak edeceklerdir.

“Asra yemin ederim ki…” (Asr, 1)

“Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye yemin ederim ki…” (Duha, 1, 2)

“Sarıp örttüğü zaman geceye andolsun!” (Leyl, 1)

“Fecir vaktine (tan yerinin ağarmasına) ve on geceye andolsun.” (Fecr, 1, 2)

Bu ve benzeri ayetler bence vaktin önemini anlatmak için Müslümanlara yeterli bir mesaj vermektedir.

اليواقيت تشتري بالمواقيت و المواقيت لا تشتري باليواقيت   

Yakutlar Zamanla Satın Alınır; Zaman Yakutlarla Satın Alınmaz

İnsanoğlu, değerlendirmediği her vakte aslında nice yakutlar vermektedir. Çünkü yakutlar belirli bir zaman zarfında satın alınabilir; ancak giden vakti döndürmek için nice yakut verseniz beyhudedir. Üste verdiğimiz başlık meşhur bir Arap atasözüdür. Söyleyenler belli ki vaktin değerini iyi idrak etmişler!

Zaman Eriyen Bir Buzdur

Seleften birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ben, Asr Sûresi’nin manasını, bir buz satıcısından öğrendim. Çünkü o satıcı bağırıyor ve “Ana sermayesi eriyip yok olan şu adama merhamet ediniz! Ana sermayesi eriyip yok olan şu adama merhamet ediniz!” diyordu. Bunun üzerine ben, Asr Suresinde yer alan “Şüphesiz ki insan zarardadır” ifadesinin manası işte budur, dedim. Çünkü artık insanın üzerinden ikindi de geçiyor, böylece ömrü bitiyor, ama insan henüz bir şeyler kazanmış değil; o halde insan ziyandadır...

Evet, seleften bu zatın tespiti ne kadar da yerindedir! Gerçektende zaman eriyen bir buz gibidir. Buz eridikçe tükenir, tükendikçe yok olur ve sonunda sahibini zarar ettirir.

Elindeki tüm sermayesi buzları olan bir buz satıcısı, zamanın kıymetini anlamada ne kadar da mahirdir! Hele birde buzları sıcak bir hava da satıyorsa… O zaman vakit,  onun için daha da bir anlam kazanır. Geçireceği her saniye kendisini zarara sürüklediği için zamanını çok iyi değerlendirmesi ve bir an önce elindeki buzları satması gerekir. Bu neden böylesi bir satıcının zamanını boşa geçirecek bir anı bile yoktur. Böyle bir satıcının buzları erirken; birilerinin boş sözlerine kulak vermesi, arkadaşlarıyla lak lak yapması, televizyon seyretmesi, maçlara gitmesi, uyuması, gezmesi, dolaşması ve buna benzer daha nice gereksiz işleri yapması ne kadar mâkuldür?

İşte bizim buza benzeyen hayat sermayemiz de, an be an erimekte ve sona doğru gelmektedir. Bu nedenle eriyen hayat sermayemizi en faydalı şekilde değerlendirmemiz ve bu ticareti en kazançlı bir biçimde sona erdirmemiz gerekmektedir. Böyle yapmadığımız takdirde sermayemiz tükendiği için yeni bir mal alamayacak ve daha sonraki hayatımızda hep ziyan içinde yaşamaya mahkûm olacağızdır.

İnsan Ömrünü Nerede Tükettiğinden

Mutlaka Hesaba Çekilecektir

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

“Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden (bir adım öteye) kıpırdayamaz.”[2]

Bu hadisten çıkarılacak birçok hikmet vardır; ama bizim konumuzla alakalı olan yeri, kişinin ömrünü nerede tükettiğine dair hesaba çekileceğini ifade eden kısmıdır.

Bugün insanlar, neticesinde âhirete nispetle üç-beş kuruş değeri olmayan basit bir sınav için bile günlerce, hatta aylarca çalışmakta ve sınavı iyi bir sonuçla geçebilmek için olanca çabalarını ortaya koymaktadırlar. Böylesi bir sınavın sonucunda insana verilecek ödül ebedîliği olmayan basit bir karşılıktır. Tüm bu hakikatleri bilmemize rağmen âhiret sınavına gereken hazırlığı yapmamamız veya sınava lakayıt kalarak çaba harcamamamız ne ile izah edilebilir?

Şimdi bir sınav düşünelim... Bu sınavda en önemli şey nedir sizce?

Çok yazmak mı? Yoksa hiç yazmamak mı? Ya da vakti iyi değerlendirerek doğru olanı yazmak mı?

Bence cevap belli…

Bir insanın sınav mahallinde en önde oturmasının, en güzel elbiseler giymesinin ve en kaliteli kalemi kullanmasının neticeye en ufak tesiri yoktur. Sınavın neticesine tesir eden en önemli şey; doğruları ve gerçek cevapları yazmaktır.

Böylesi bir sınav esnasında talebelerin masalarda radyo dinlediklerini, sınavla değil de, başka şeylerle uğraştıklarını düşünün… Böylesi bir öğrencinin sınavı başarıyla geçmesi ne kadar mümkündür?

İşte dünya sınavında da durum aynıdır. Bize verilen mühlet hızla geçmesine ve sınavın sona erdiğini bildiren zilin çalmak üzere olmasına rağmen hâlâ başka işlerle, hâlâ farklı farklı meşgalelerle uğraşmaktayız. Böylesi bir durumda sınavı geçmemiz nasıl mümkün olabilir ki?

Bu arada dünyada insanoğlunun düzenlediği sınavlar ile âlemlerin Rabbi olan Allah’ın tertip ettiği sınavın birbirinden çok farklı olduğunu unutmamak gerekir. İnsanların tertip ettiği sınavlarda doğru cevaplar, ancak sınavlardan sonra verilirken; Allah’ın imtihanında doğru cevaplar peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla çok önceden bildirilmiştir.

Yine, insanların tertip ettiği sınavlarda başkalarıyla yardımlaşmak yasak iken, Allah’ın imtihanında diğer insanlarla yardımlaşmak serbesttir. Hatta onlardan kopya çekmek teşvik bile edilmiştir.[3] Yani çalışkan bir öğrencinin yanına gidip ondan doğru yanıtları almamız caiz, hatta sevaptır! Bu eşsiz imtihanı iyi değerlendirmeli ve başarıyı yakalayabilmek için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.

Vakti Öldürmek!

Vakit ne kadar kötü bir şey ki, insanlar her zaman onu öldürme peşindedir! Malum, dünyada öldürülmeyi hak eden en öncelikli şey herhalde düşmandır; acaba vakit bizim düşmanımız mıdır diye sorası geliyor insanın.

Bu gün insanlar kahvehanelerde, stadyumlarda, çarşı-pazarlarda ya da televizyon ekranları karşısında hep zaman geçirme derdindedirler. Sormak gerek: Zaman denilen bu şey acaba çok mu kötü ki hep geçirilmeyi veya öldürülmeyi hak ediyor?

Sıradan insanlar veya tevhitle tanışmamış insanlar böyle.

Ya bizim Müslümanlar?

Ya bizim İslamî devlet çabası içerisinde olan yiğit delikanlılar! Onlar ne âlemdeler? Onların diğer insanlardan farkı ne?

Üzülerek belirtmeliyim ki, bu noktada kanımca diğer insanlardan hiçte farkları yok. Allah’ın kendilerine cihad, tebliğ, davet ve insanları doğruya ulaştırma gibi çok büyük görevler yüklemiş olduğu Müslümanlar, hâlâ bu hakikatin şuuruna varamamış durumdalar. Veya en azından öyle gibi gözüküyorlar. Gecesi, gündüzü, sabahı, akşamı tebliğ ile geçmesi gereken Müslümanlar, daha televizyon denen günah makinesinin pençesinden kendilerini kurtaramamış haldeler. Hele Perşembe akşamı oldu mu onları bir yere götürmek ne mümkün! Neden mi, nedeni belli: Kurtlar Vadisi…

Vadide ki kurtlar birilerini yemek için pusuya yatmış bekliyorlar. Görünen o ki, bu pusuya ilk düşenler Müslümanlar olmaktadır. Duyduğuma göre[4] bu film içerisinde birçok açık-saçık kadın rol almaktadır. Allah’a teslim olmuş bir şahsiyet nasıl olurda içerisinde açık-saçık kadınların rol aldığı bir filmin müdavimi olabilir? Nasıl olurda bu film için derslerini ihmal eder, sohbetlerini aksatabilir? Bunu ne ile izah ederiz bilemiyorum.

Konumuz vaktimizi öldürmekti!

Acaba İslam’ın hâkim olmadığı bir diyarda Müslümanın öldürecek vakti mi vardır ki? Hele hele bir de İslam’ı bilen, anlatmasını beceren ve insanları doğru yola sevk edecek vasıtaları kullanmayı beceren Müslümanların? Bunların hiç boş vakti olabilir mi? Bunların iş ve görevleri aslında vakitlerinden çok çok daha fazladır. Tıpkı Hasan el-Bennâ’nın dediği gibi:

واجباتنا أكثر من أوقاتنا

“Görevlerimiz vaktimizden çoktur.” Veya bugünkü meşhur şekliyle “İşimiz vaktimizden çoktur.”

Müslüman nasıl olurda ömrünü boşa geçirip âtıl ve bâtıl işlerin esiri olabilir? İnsanlara dininin hakikatlerini anlatmak için her şeyini, özellikle de vaktini feda etmemesi onun mevcut koşullara ve yaşadığı coğrafyadaki gidişata razı olduğu anlamına gelir mi acaba? Bunu düşünmek ve cevabını iyi değerlendirmek gerekir.

Allah hayırlısını versin, diyor ve devam ediyoruz.

Tevhidi kavramış ve her anının hesabını verme şuuru içerisinde olan Müslüman, vaktinin değerini bilmeli ve bir işi bitirdiğinde hemen başka hayırlı bir iş için kolları sıvamalıdır.

“O halde (bir işi ve ibâdeti) bitirdin mi hemen (ikinci bir iş ve ibâdete) başlayıp yorul! Ve yalnız Rabbine yönelip doğrul! (İnşirah, 7, 8)

Ayet ne de güzel buyuruyor: Bir işi bitirdin mi hemen başka bir işe giriş ve Rabbine rağbet et, onu arzula, onun için çabala!

Müslüman, şerli işlerle uğraş(a)mayacağı için hep hayırlı işlerle kendisini meşgul etmeli ve tüm eforunu bu alanda harcamalıdır. Mesela mı?

Namaz kılabilir, bunu yerine getirince kitap okuyabilir[5], bundan yorulunca öğrendiklerini paylaşmak için tebliğe gidebilir, derslere katılabilir, ailesi ve çocukları ile meşgul olup İslamî şuur kazandırmak için onlarla vakit geçirebilir, rızkını temin etmek için çalışmaya gidebilir, sonra bir kardeşini ziyaret edebilir. Bir hasta ziyaretine gitmek, Müslüman birisinin cenazesine katılmak ve benzeri amellerde bulunmak hep Müslümanın yapabileceği değerli işlerdendir.

Bu tür işler vakit öldüreceği değil, dolu dolu vakit geçireceği işlerdir. Zaten Müslümana bahşedilen hayat hep böyle olmalı değil mi?

Gerek Allah’ın Rasûlü, gerek onun güzide ashabı, gerekse Onun yolundan giden kutlu âlimler hayatlarını hep bu şekilde geçirmemişler miydi? Onların hayatları o kadar düzenli, o kadar intizamlı idi ki, insan öyle bir hayat yaşamak için nelerini vermez!

Bu gün Müslüman kadınlara “Kocanızın en çok neyinden şikâyetçisiniz” diye bir soru yöneltilse, verecekleri cevap herhalde: “Bizlerle az ilgilenmelerinden” şeklinde olacaktır. Kişi eğer hayırlı ve faydalı işlerle kendisini meşgul etmez ise batıl ve faydasız işler ona galip gelir. İmam Şafiî rahimehullah, ne de güzel buyurmuş: “Kendini hak ile meşgul etmez isen, batıl seni işgal eder.” Bu vecizeden hareketle diyoruz ki: Bir Müslüman, kendisini boş işlerle fazla meşgul ederse o zaman ne ailesine zaman ayırabilir, ne arkadaşlarına, ne de yakınlarına…

Hayatımızı Kim Şekillendiriyor?

Bu gün hayatımızı kimlerin düzenlediğini çok iyi tespit etmemiz gerekmektedir. Hayatımızı Allah ve Rasûlü mü, yoksa başkaları mı düzenliyor? Bize yansıyan şekliyle hayatımızı Allah ve Rasûlü’nün düzenlemediği kesin. Peki, o zaman hayatımızı kim şekillendiriyor? Bence batı zihniyeti ile malul olan tağutlardan başkası değil. 8 saat uyku, 8 saat çalışma 8 saat de eğlence. Evet, şu anda bizlere sunulan hayat programı bu şekilde... Biz eğer 8 saat uyur, 8 saat çalışır 8 saat de televizyon, futbol ve benzeri eğlence vasıtaları ile vaktimizi geçirirsek acaba dinimizi öğrenmeye ve onu yaşamaya nasıl vakit bulacağız? Nasıl Allah’a kulluk edeceğiz? Rabbimize ve onun dinine ne zaman vakit ayıracağız? Evet, gerçektende tağutların çizmiş olduğu hayat tarzı şu anda hepimizi etkisi altına almış durumdadır. Bundan kurtulmanın elbette birçok alternatifi vardır; ama bence tüm bu alternatiflerden önce Müslümanların bu sorunu “sorun” olarak bilmesi ve bunu kabul etmeleri gerekmektedir. Eğer bu, bir problem olarak görülmüyor ve rahatsızlık duyulmuyorsa bulunacak hiçbir alternatif bize fayda sağlamayacaktır.

Âlimlerin Vakte Verdikleri Önem

Allah hepsine rahmet etsin, kendilerini bu kutlu dinin hadimi kılan İslam âlimleri vaktin kıymetini en iyi bilen insanlardır. Bizim okuduğumuz tefsir, hadis, siyer, fıkıh ve diğer İslamî alanlardaki eserler, hep vakitlerini iyi kullanan âlimlerin mahsulüdür. Eğer onlar vakitlerini iyi değerlendirmeselerdi, bu eserlerin meydana gelmesi hiç mümkün olur muydu?

* İmam Taberî için şöyle denmiştir: “O, ilim aktarmak veya ilim elde etmek dışında hayatının bir dakikasını bile boşa geçirmemiştir.”

* İmam Süleym er-Râzî vaktini boş geçirmemek için bir taraftan kalemini açar diğer taraftan da ezberinden Kur’an okurdu.

* Seleften birisi talebelerine şu tavsiyede bulunmuştu: “Dersten çıktığınızda ayrı ayrı gidin, bir arada gitmeyin; eğer bir arada giderseniz birbiriniz ile konuşursunuz. Bir arada gitmezseniz belki bazınız Kur’an okur.”

* Bir âlim İmam Nevevî için şöyle demiştir: “O, vaktini öyle güzel değerlendirirdi ki, yolda giderken bile öğrendiklerini tekrar ederdi.”

* İbn Akîl el-Hanbelî der ki: “Yemek için elimden geldiğince az vakit ayırırım. Bu sebeple ekmek yerine suyla yumuşatılmış kek dilimi yerim. Çünkü ikisi arasında çiğneme farkı vardır. Bunu da elde edemediğim bir bilgiyi mutalaâ etmeye veya yazmaya daha çok vakit ayırmak için yapıyorum. Âlimlerin ortak kanaati şudur: Akıllı insanların elde etmek için uğraşması gereken en değerli şey vakittir.”

* İbnu’l-Cevzî iki bin cilt eser telif etmiş birisi idi. Bunca eseri nasıl telif ettiği zannımca izahtan vârestedir.

Eski âlimler bunca eseri nasıl yazdı dersiniz?

O zamanın şartları göz önünde bulundurulduğunda bunca eseri yazabilmek ciddi bir çaba istemez mi? O devirlerin kalemleri bu günkü gibi hazır kalemler değil, sürekli açmak gerekir. Mürekkepler bugünküler gibi kalemin içinden kendiliğinden gelmiyor; aksine her kelimeyi yazmak için divit içine yeniden sokmak ve kalemin ucunu mürekkeplemek gerekiyor. Bunları yapmak gerçektende ciddi vakit alacak şeyler. Ama tüm bunlara rağmen o ulvî zatlar binlerce cilt kitabı yazmaktan geri durmamışlardır.

İmam Nevevî kırk küsür yaşında vefat etmiş olmasına rağmen 40 eser bırakmıştır. Eserlerinin her biri onlarca ciltten oluşmaktadır. İbn-i Akîl el-Hanbelî tam 800 cilt büyüklüğünde bir kitap yazmıştır. Bu kitabın 300 cildi Mısır’da basılmış geri kalanı ise basılamamıştır.[6] İbn Kayyım, hocası İbn Teymiyye’nin 350 cilt eseri olduğunu söylemektedir. Abdulhayy el-Leknevî 39 yaşında vefat etmiş olmasına rağmen 110 kitap bırakmıştır. İmam Şevkanî’nin de 114 kitabı vardır. Daha burada zikredemeyeceğimiz nice âlimler, yüzlerce hatta binlerce eser bırakarak bu fani âlemi terk etmişlerdir. Allah onların gayretini sevapsız, bizleri de o himmetten nasipsiz bırakmasın!

Allah en iyisini bilir ama bu âlimlerin bunca eser yazabilmelerinin birkaç sebebi var:

1) Vakitlerini iyi değerlendirmeleri,

2) Faydasız işlerle meşgul olmamaları,

3) Boş işlerden ve boş insanlardan yüz çevirmeleri. Onlar ellerindeki kısıtlı ve yetersiz imkânlara rağmen bunca eser vermişlerdi. Acaba bu günün imkânları onlarda olsa sizce ne kadar eser bırakırlardı?[7]

Bir Müslümanın da bu hususlara riayet etmesi ve vaktini katletmemesi gerekir. Vaktinin kıymetini bilen bir Müslüman bu günde nice faydalı işler yapabilir. Onlara bahşedilen vakit ile bize bahşedilen vakit nicelik olarak hiç farklı değil. Aralarında sadece nitelik farkı var. Onlar, vakitlerini iyi değerlendirdikleri için bunun bereketine nail oluyorlar; biz vaktimizi öldürdüğümüz için bunun bereketinden faydalanamıyoruz. Bundan başka herhangi bir fark var mı ben bilmiyorum.

Güneşi Durdurursan Konuşabiliriz!

Bazı insanlar vakitlerini heder edecek yer ararlar. Bunun içinde kendileri gibi boş zannettikleri bazı insanların kapılarını çalarlar. Onlar karşı tarafın ne halde olduğunu, işlerinin olup-olmadığını hiç hesaba katmazlar. Onları da hep kendileri gibi boş zannederler. Bir araya geldiklerinde de İslam namına faydalı olan bir şey değil de hep ‘şu şöyle demiş, bu şöyle söylemiş’ şeklinde boş söz ve laf-ı güzaflarla zamanlarını ve karşı tarafın zamanını katlederler. Bu insanlara, Tabiîn devrinin önemli şahsiyetlerinden birisi olan Amir b. Abdikays rahimehullah’ın bir şahısla aralarında geçen şu olayını aktarmanın yararlı olacağını düşünüyorum:

Bir gün adamın birisi Amir b. Abdikays’a gelerek kendisi ile muhabbet etmek istediğini söyler. Kendisi ile muhabbet etmek isteyen bu adama Amir rahimehullah şöyle cevap verir: “Güneşi durdurursan seninle konuşabilirim!”

Âmir rahimehullah’ın bu cevabı gerçekten çok ilginç, bir o kadar da düşündürücüdür. Güneş hiçbir zaman durduğu yerde durmuyor. Sürekli hareket ediyor. Onun her hareketi bizim ömrümüzden bir şeyler götürüyor. Bu nedenle güneş durmuyorsa, boş işlerle uğraşıp o değerli vakitlerimizi heder etmeyelim.

Abdullah İbn Mesud radıyallâhu anh der ki: “Üzerine güneşin battığı, ömrümün eksildiği; ancak amellimin artmadığı bir güne duyduğum pişmanlık kadar başka bir şeye pişmanlık duymuş değilim.”

Akıllı Bir Profesör

Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en zeki öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra “Bu gün zaman yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” dedi. Kürsüsüne yürüdü ve kürsünün altından büyük bir kavanoz çıkardı. Ardından, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içerisine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan “Doldu” diye cevapladılar. Profesör ‘Öyle mi?’ dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır (küçük taç) çıkardı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş dökmeye başladı. Sonra kavanozu hafifçe sallayarak mıcırların kavanoza iyice yerleşmesini sağladı. Sonra tekrar öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Bir öğrenci “Dolmadı herhalde” diye cevap verdi. “Doğru” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş kum tanelerini taşlarla mıcır parçalarının arasına nüfuz edecek kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Tüm sınıftakiler hep bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar. “Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına doluncaya kadar dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine döndü ve “Bu deneyin amacı neydi?” diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır” diye atladı. “Hayır, dedi Profesör, ‘Bu deneyin asıl anlatmak istediği eğer büyük taşları baştan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsınız’ gerçeğidir.” Öğrenciler şaşkınlık içerisinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşleriniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser meydana getirmek, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şeyler öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki de hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız. O zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte iyi bir adam olamayacağınızı gösterir. Profesör ders bittiği halde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti…

Bu Profesör’ün verdiği örnekte olduğu gibi, bir Müslümanın hayatındaki temel taşları çok iyi belirlemesi gerekmektedir. Bunu belirlediği takdir de hayatı düzene girecek ve vaktini düzenli olarak kullanmayı becerebilecektir. Bizim hayatımızın en büyük amacı Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak ve sadece Allah’a iyi bir kul olmaktır. Bizi bu amaca ulaştıracak vasıtalar da bizim temel taşlarımızdır.

Düşündüren Sözler

*Bir senenin değerini, sınıfta kalmış öğrenci bilir.

*Bir ayın değerini 8 aylık bebek doğuran anne bilir.

*Bir haftanın değerini haftalık dergi çıkaran bir çilekeş,

*Bir saatin değerini, kavuşmayı bekleyen sevgililer bilir.

*Bir dakikanın değerini treni kaçıran yolcu bilir.

*Bir saniyenin değerini kazayı önleyemeyen sürücü bilir.

*Bir saniyenin yüzde birinin değerini olimpiyatlarda altın madalyayı kaçıran sporcu bilir.

Son Olarak

Bu yazıyı okuyan her kardeşime vaktini iyi değerlendirmesini öğütlüyorum. Bu hem dini, hem dünyası, hem ailesi hem de arkadaşları için faydalı olacaktır. Küfrün hâkim olduğu diyarlarda Müslümanın boşa geçirecek bir saniyesi bile yoktur. Küfrün kötülüğünden bahsedip sonra da onu yok etmek için çabalamayan bir Müslüman, bir nevi yaşadığı duruma razı olmuş demektir. Bu son derece kötü bir şeydir. Bir an önce gafletten uyanmalı ve elimizdeki bu mükemmel nimetin kıymetini fark etmeliyiz. Aksi halde Müslümanlığımız laf Müslümanlığından öteye geçmeyecektir. Yazımı, İmam Şafiî rahimehullah’ın şu güzel sözleri ile noktalıyorum. O der ki:

“Sûfîlerle bir süre arkadaşlık ettim, ancak şu iki güzel sözün haricinde onlardan hiçbir şey istifade edemedim:

* Zaman bir kılıçtır. Sen onu kesmezsen o seni keser.

* Sen kendini hak ile meşgul etmezsen nefsin seni batıl ile işgal eder.[8]

 

 

 Faruk Furkan 

 

 



[1] Buharî, 6412.

[2] Tirmizî, Kıyamet, 1.

[3] “İyilik ve takva üzere yardımlaşın…” (5/Maide, 2)

[4] Hamdolsun ki bu filmi daha izlemişliğim vaki değil.

[5] Bunlar, tevhid içerikli kitaplar, tefsir, hadis, fıkıh, siyer, ahlak ve benzeri İslamî şuur veren kitaplar olabilir.

[6] Onlar 800 cilt eser yazmış, Müslümanlar ise daha bu rakamın onda birini okumuş değiller! Acaba içimizde yaşı 40 olduğu halde 40 tane kitap okuyan kaç kişi vardır?

[7] Bunlar sadece onların yazdıkları. Bunun yanı sıra bir de ders vermeleri, ders almaları, fetva işleri ile meşgul olmaları gibi bazı hususları da düşündüğümüzde vakitlerini nasıl değerlendiklerini anlamak daha da kolay olsa gerek. İmam Nevevî günde 12, İmam Şevkanî ise günde tam 13 ders yaparmış. Hatta günümüz hocalarından Ali Küçük Hoca Efendi, haftada tam 40 küsür derse gidiyormuş. Ben bunu bizatihi ağzından duydum. Güne ortalama 7 ders düşmektedir. Tabii ki bu sadece anlattığı dersler, bir de kendi okuma ve yazmaları var. Bunlar hep bir arada değerlendirildiğinde, günlük olarak ilme ne kadar vakit ayırdıklarını herhalde zikretmeye gerek yoktur!. Allah’ım, vaktimizi iyi değerlendirmeyi bizlere nasip et! (Âmîn)

[8] İbn Kayyım, “Medâricu’s-Sâlikîn”, 3/129.

Okunma Sayısı:14892