“Tâğuta ibâdet (ve itaat) etmekten uzak duran ve Allah’a yönelenler var ya, işte onlar için müjde vardır.” (Zümer, 17)

GÜZEL AHLÂK İÇİN “NEFİS TEZKİYESİ” ESASTIR

بسم الله الرحمن الرحيم

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam ahlâkıyla bizlere örneklik eden Rasûlullah’a, ve O’nun kutlu âl ve ashabına olsun.

Ahlâkı güzelleştirme noktasında “nefis tezkiyesinin” çok önemli bir rolü vardır. Ancak nefislerinde var olan kötü huyları arındırmak için çabalayan, beğenilmeyen ahlâklarından kurtulmak için mücadele verenler ahlâkı güzelleştirme noktasında sağlıklı bir sonuç elde edebilirler. Sadece böylesi kimselerin kurtuluşa ermeleri söz konusudur. Bu bakımdan “Ben güzel ahlâklı birisi olmak istiyorum” diyenlerin mutlaka nefis tezkiyesi meselesini önemsemeleri ve bu noktada gereken neyse titizlikle hayata geçirmeleri gerekmektedir.

Nefislerin arındırılması ve bu noktada nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine dair malumat vereceğiz; ama öncesinde bu konuyu doğru bir zemine oturtabilmemiz için insan nefsine dair önemli bir meseleye kısaca değinmemiz gerekmektedir. Değineceğimiz bu mesele, nefsin aynı anda hem fücûr hem de takvâya sahip olması meselesidir.

Yüce Kitabımız’ın bildirdiğine göre insanoğlu, iki zıt kutuplu bir nefse sahiptir. Kutbunun birisi onu hayra tevcih ederken, diğeri şerre yönlendirir. Bundan hiçbir insan [1] istisna edilmediği gibi, hiçbir nefis de ayrı tutulmamıştır. Yani nefsin iyiliği ve kötülüğü fısıldayıp emretmesi her insan için söz konusudur. Rabbimiz bu hakikate Şems Sûresi’nde şöyle temas eder:

 “O (Allah) nefse fûcurunu da takvâsını da ilham etmiştir. (91/Şems, 8)

Her nefse hem fücûr hem takvâ bir bütün olarak ilham edilmiş/kodlanmıştır.

Nefislerimizde var olan özellikleri bilmemiz ve tanımamız açısından bu âyet çok önemli bir hakikate temas etmektedir. Bu bakımdan üzerinde durulması ve düşünülmesi gerekmektedir. Biz, asıl konumuz bu olmadığı için nefse dair çok şey söylemeyeceğiz; sadece tezkiye meselesini doğru anlayabilmek için âyette vurgulanan bir iki şeyi zikredip asıl konumuza geçeceğiz.

Bu kısacık âyette şu önemli iki hakikate vurgu yapıldığını söyleyebiliriz:

1- Her insanın fıtratına fücûr ve takvâ kodlanmıştır. Bu nedenle –eğer tabir yerindeyse– istediği her an fabrika ayarlarına dönebilir, kolaylıkla fücûr ve takvâya meyledebilir.

2- Her insanın nefsinin aynı anda hem iyi hem de kötü yönleri vardır. Bundan normal olan hiçbir insan hâli değildir. Bu nedenle insanoğlu arasında “mutlak iyi” ve “mutlak kötü” aramak yanlış olur. Her insanın bir yönüyle iyi, bir yönüyle de kötü olduğu noktaları vardır.

Burada insanoğluna düşen kendisini sürekli en iyi ve en ideal olana doğu yükseltmeye, ilerletmeye çabalamasıdır. Zaten bu işlemin adı da “nefis tezkiyesi”dir. Bu nedenle bir insan çıkıp da: “Efendim, nefsimde fücûr varsa ben ne yapabilirim ki?” diyerek kendisini haklı ve mazeretli çıkaramaz; çünkü Rabbimiz bir sonraki âyetinde bu durum karşısında ne yapması gerektiğini şöyle beyan buyurmuştur:

Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) mutlaka felâha ermiştir. Nefsini kötülüklere gömen (kötülüklerden onu arındırmayan da) hakikaten hüsrana uğramıştır. (91/Şems, 9, 10)

Bu âyetin rehberliğinde nefsine fücûr ve takvâ ilham edilmiş olan insanoğlunun ne yapması gerektiğini anlıyoruz. Âyete göre insanoğlunun daimî sûrette “nefis tezkiyesi” yapması ve sürekli bir biçimde nefsini en iyi olana doğru yükseltmesi gerekmektedir. Tabi bunun için ciddi bir mücadele ve kesintisiz bir çaba şarttır.

NEFİS TEZKİYESİ İLE NE KAST EDİLMEKTEDİR?

“Tezkiye” kelimesi Arap dilinde bir şeyi “temizleme ve arındırma” anlamına geldiği gibi aynı zamanda bir şeyi “artırıp, çoğaltma” anlamına da gelir. Yani bu kelimenin iki temel anlamı vardır.

Sözlükteki bu anlamlandırmadan hareketle nefis tezkiyesi ile şu iki şeyin kast edildiğini söylememiz mümkündür:

a-Nefsi arındırılmaya ihtiyaç duyan her şeyden temizlemek.

b-Nefsin hayırlı yönlerini artırmak.

Nefsin hayırlı yönlerini nasıl artırmamız gerektiğini izah etmeye çok da hâcet yoktur; zira Allah ve Rasulünün bize emrettiği her şey hayırdır ve bir Müslüman olarak bizlerin bu emirler hususunda sürekli bir artış ve çoğalma içerisinde ilerlemesi gerekir. Bu konuda belki en fazla şunu söyleyebiliriz: Nefsimizde eğer iyi hasletler ve ahlâkî güzel özellikler varsa öncelikle bunları muhafaza etmeye çaba göstermeliyiz. Daha sonra da sürekli bunları daha iyi bir noktaya getirmek için çaba harcamalıyız. Şayet bunu yapabiliyorsak “artırma” anlamındaki tezkiye emrini yerine getirmiş oluruz. Bu da bizim, büyük bir kazancın temel iki ayağından birisine sahip olduğumuz anlamına gelir.

Arındırılacak şeylere gelince; bunlar genelde beş, özelde[2] ise dört şeydir:

Şirk. Henüz iman etmemiş kullar için şirkten sakınmak esastır. İmanlarını gerçekleştirebilmeleri için şirkin açığından da gizlisinden de uzak durmaları gerekir.

Şirkten arınmanın lüzumuna şu iki hâdiseyi zikredebiliriz:

a) Musa aleyhisselam, Firavun’a elçi olarak gittiğinde ona şöyle demesi emredilmişti:

“Arınmak ister misin?” (79/Naziât, 18)

Acaba Firavun’un arınması gereken şey ilk olarak neydi?

Elbette ki üzerinde bulunduğu şirki ve küfrüydü.

b) Abese Sûresi’nde anlatıldığı üzere, Rasûlullah’ın davetine muhatap olan Mekke elebaşlarından birisi arınmaya davet edilmiş, ama kendisini Allah’a da Allah’ın dinine de muhtaç görmemesi onun tezkiyeyi reddetmesine neden olmuştu.

“Kendisini müstağni gören (Allah’a ve onun dinine ihtiyacı yokmuş gibi davranan) kimse gelince, sen ona yöneliyorsun. (Rasûlüm!) Onun arınmamasından sana ne?” (80/Abese, 5-7)[3]

Rasûlullah’ın davetine muhatap olan Mekkeli bu kişinin de arınacağı ilk konu neydi?

Elbette onunki de üzerinde bulunduğu şirki ve küfrüydü.

İşte, henüz iman etmemiş insanlar için arınılacak şeylerin başında “şirk”ten teberri olmalıdır; çünkü şirkten arınılmadan kişinin iman etmiş sayılması söz konusu olmayacaktır.

Bidatler. Arınılması gereken şeylerin ikincisi “bidatler”dir. Bidat; dine sonradan ilave edilen veya aslı dinde olduğu halde uygulama şekli Rasûlullah’ınkine uymayan amellerdir. Bu tarz ameller şeytana diğer günahlardan daha sevimlidir; çünkü günah işleyen kimse hatalı olduğunu bilir ve tevbe etmesi gerektiğine inanır. Ama bidat sahibi iyi bir şey yaptığını düşündüğü için ne tevbeye ihtiyaç duyar ne de pişmanlığa. Bu bakımdan bidatler günahlardan daha tehlikelidir. İşte, Allah’a giden yolda iyi bir kul olmak istiyorsak, inancımızda var olan her türlü bidatten ve bunun amele dökülmesinden uzak durmalıyız.

Günahlar. Günah ve ma’siyetler, Allah’a giden yolda kulun uzak durması ve arınması gereken hususlardan bir diğeridir. İnsan, hayatı boyuca günah ve ma’siyetlere zikrettiğimiz diğer tüm maddelerden daha çok muhatap olur. Çünkü günahlar nefse en hoş gelen şeydir. Bu nedenle insan, şayet bu günahlar kendisinde varsa onlardan kurtularak, eğer yoksa onlara düşmemek için çaba harcayarak ma’siyete karşı tezkiyesini gerçekleştirmelidir.

Günahların, arınmanın mahalli olan kalbe büyük bir tesiri vardır. Kul, günaha daldıkça veya var olan günahlarından arınma noktasında gevşek davrandıkça kalbi katılaşır. Katılaşan kalbin de arınmaya mahal olması imkânsızdır.

Günahlar “büyük” ve “küçük” olmak üzere iki kısma ayrılır. Nefis tezkiyesinde belirli bir mertebe elde edebilmek için günahların her iki nevinden[4] de uzak durmak gerekir.

Kötü Huy ve Ahlâklar. Arınılması gereken şeylerden birisi de nefislerde var olan kötü huy ve ahlâklardır. Konumuz ahlâk üzerine olduğu için bu noktayı önemsemek gerekir. Bir Müslüman, gerek manevî antrenmanlarla gerekse yazılarımız içerisinde zikrettiğimiz diğer hususların yardımıyla ne yapıp edip nefsinde var olan kötü huy ve ahlâklardan kurtulmalıdır. Zira bu olmadan hakkıyla nefis tezkiyesinden söz etmek mümkün olmayacaktır.

Hata Sayılacak Hal ve Davranışlar. Arınılması gereken konulardan bir diğeri de âdaba taalluk eden hususlardır. İnsanın, gerek ibadet alanlarında gerek ailevî ve ticarî hayatında gerekse sosyal yaşantısında dikkat etmesi gereken bir takım edep kuralları vardır. Eğer dikkat etmesi zorunlu olan bu kurallara riayet etme konusunda bir takım sıkıntılar yaşıyorsa, hiç vakit kaybetmeden onları tedavi altına almalı ve onu bu yanlışa sevk eden şeyleri tespit ederek onlardan arınmalıdır. Bu da hata sayılacak hal ve davranışlardan arınmadır.

Buraya kadar zikrettiğimiz beş şey, arınılması herkes için zorunlu olan temel hususları ihtiva etmektedir. Bazı yazarlar bunlara farklı maddeler eklese de biz onları bu başlıklara dâhil edebileceğimizi düşündüğümüz için zikretmeye gerek duymadık.

İşte, nefsini arındırmak ve nefis tezkiyesi yapmak isteyenlerin bu sayılan tüm maddelerde –hiçbir maddeyi es geçmeksizin– mücadele vermeleri gerekmektedir. Bu mücadeleyi verenler dünyada da âhirette de felaha erişeceklerdir.

NEFİS TEZKİYESİNİN ÖNEMİ

Nefsi tezkiye etmek ve onu başta şirk olmak üzere kötü olan her türlü vasıftan, huydan ve ma’siyetten arındırmak Allah katında o kadar önemli bir yere haizdir ki, Allah sırf bu gayeyi gerçekleştirmek için peygamberlerini irsal buyurmuştur. Nasıl ki tüm peygamberlerin temel görevi insanları tağuttan sakındırmaksa, aynı şekilde onların temel görevlerinden bir tanesi de insanları “arındırmak”tır. Yani nefis tezkiyesi, başta peygamberimiz olmak üzere tüm peygamberlerin gönderiliş gayelerinden birisidir. Rabbimiz bu hakikati şöyle dile getirir:

 “O (Allah), ümmî (Araplara), içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyip arındıran ve onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (62/Cuma, 2)

Görüldüğü üzere Rabbimiz bu âyette Peygamberimizin gönderiliş gayelerini anlatmaktadır. Bu âyete göre O’nun gönderiliş gayesi üçtür:

1- İnsanlara Allah’ın âyetlerini okumak,

2- Onları her türlü kötülükten arındırmak,

3- Onlara kitabı ve hikmeti öğretmek.

Bunlar, hayatı boyunca Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in uğraş verdiği alanlardır.[5] Bunlar içerisinde arınmanın yeri, sıralamayı dikkate aldığımızda gerçekten de çok önemlidir.

Dikkat ederseniz âyette “arındırmak”, sıralama itibariyle kitabı ve hikmeti öğretmekten önce gelmektedir.

Acaba hiç düşündünüz mü bu niyedir?

Çünkü arınma olmadan ve nefiste yer etmiş kötü vasıflardan kurtulmadan okunacak Kur’an’ın da öğrenilecek Sünnet’in de elde edilecek ilmin de hakiki anlamda hiçbir faydası olmayacaktır.

Nefsi kötü vasıflardan arındırmaksızın öğrenilecek bilgiler insanı mutlaka ya kibre ya gurura ya da kendini beğenmeye sevk eder. Bu ise onun için hayır değil, kelimenin tam anlamıyla bir şerdir.

Yine nefsi kötü vasıflardan arındırmaksızın İslamî alanda her hangi bir amel işlemek, insanı sonucu hiç de iyi olmayan bir takım hatalara düşürecektir. Kalbindeki riya hastalığı tedavi edilmeden bir insanın infak ehli olduğunu veya nefsindeki ucub marazı giderilmeden bir insanın Allah yolunda cihad ettiğini düşünün…

Düşünmek bile istemediniz değil mi?

Bu insanlar kalplerindeki hastalıklar giderilmeden bu amellere muhatap oldukları için ya insanlara hava atmaya başlayacaklar ya da insanları küçük görmeye…

Her iki durum da insanı helake götüren birer afettir.

İşte bu afetlerden emin olmak için insanın her şeyden önce arınması, ondan sonra amellere muhatap olması gerekmektedir. Cuma Sûresi 2. âyet bize bu önemli gerçeği anlatmaktadır. Bu bakımdan arınmanın Kitab’ı ve Sünnet’i öğrenmenin önünde zikredilmesini iyi anlamak gerekir. Bu, gerçekten de dikkate şâyan bir husustur.

İÇİ GÜZEL OLANIN DIŞI DA GÜZEL OLUR

Tezkiyenin önemine kısaca da olsa değindikten sonra, bunun mahallinin ne olduğunu ve ilk olarak hangi âzamızın arındırılması gerektiğini izaha geçebiliriz.

Kişinin arındırması ve tezkiye etmesi gereken en önemli uzvu öncelikle “kalbi”dir. Çünkü kalp, tıpkı “kap” gibidir. Kap temiz olursa içerisine konulan şey de temiz olur; kap pis olduğunda içerisine konulan şey de doğal olarak pis olacaktır. Kaba bir şeyler koymadan önce nasıl ki onu temizlemek gerekiyorsa, kalbe bir şeyler koymadan önce de aynı şekilde onu temizlemek gerekir.

Kalp ile azaların örneği, padişahla askerlerin örneği gibidir. Bu durumda kalp padişaha, diğer organlar ise askere benzer. Eğer padişah düzgün olursa askerler de düzgün, yok eğer padişah bozuk olursa askerler de bozuk olur. Bu nedenle işe öncelikle padişah makamında olan kalbin ıslahı ile başlanmalıdır. Çünkü kalp ıslah olmadan vücudun diğer organlarının ıslah olması asla söz konusu olmayacaktır. Bu gerçeğe Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu sözüyle işaret etmiştir:

“Dikkat edin! Şüphesiz bedende bir et parçası vardır ki, o doğru olduğunda tüm beden doğru olur, eğer o bozuk olursa tüm beden bozuk olur. Dikkat edin, o et parçası kalptir!”[6]

Efendimiz’in bu sözü, kalp ile organlar arasındaki sıkı bağlantıyı net bir biçimde ortaya koymaktadır. Eğer el, ayak, göz, dil ve kulak gibi amellerimizin kendileri üzerinden tezahür ettiği âzalarımızı ıslah edip arındırmak istiyorsak işe evvela onlara hükmetme makamı olan kalp ile başlamalı, onu düzelterek diğer organlarımızın düzgün olmasını sağlamalıyız.

Selef’in büyüklerinden Sufyan b. Uyeyne rahimehullah şöyle der:

“Kim iç dünyasını (kalbini) ıslah ederse Allah da onun dış dünyasını (amellerini) ıslah eder.”[7]

İbn Teymiyye rahimehullah ise bu hadise şu notu düşer:

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadisiyle kalbin salâhının bedenin salâhını gerektirdiğini beyan etmiştir. Eğer beden (Allah’ın istediği sûrette) düzgün değilse, bu, kalbin de bozuk olduğuna işarettir.”[8]

Ehl-i Sünnet inancında insanın dışa yansıyan amelleri ile iç dünyasının çok sıkı bir bağlantısı vardır. İnsanın etrafına yansıtmış olduğu davranışlar muhakkak onun iç dünyasını ortaya koyan bir ayna mesabesindedir. İçi düzgün olanın kaçınılmaz olarak dışa yansıyan amelleri de düzgün, dışa yansıyan amelleri düzgün olanın yine kaçınılmaz olarak iç dünyası mamurdur. Aynı bunun gibi içi bozuk olanın dışa yansıyan amelleri bozuk, dışa yansıyan amelleri bozuk olanın iç dünyası yine kaçınılmaz olarak haraptır.

Âlimlerimiz şöyle der:

“Şer‘î nasslar, kişinin zâhirinin/amellerinin, iç dünyasının bir şubesi ve onun bir kılavuzu olduğunu göstermektedir. Zâhir ile bâtının her biri, mutlaka bir diğerini etkiler ve ondan etkilenir. Eğer bâtın bozuk ise zâhir de bozuk olur; bâtın düzgün ise zâhir de düzgün olur. Bozuk bir zâhir ile düzgün bir bâtının veya bozuk bir bâtın ile düzgün bir zâhirin bir arada bulunmasını farz etmek asla mümkün değildir.”

İmam Şatıbî rahimehullah da aynı hakikati şu şekilde ifade eder:

“Şeriattaki zâhirî ameller bâtında olana bir delildir. Zâhir bozuksa bâtına bununla hükmedilir. Veya zâhir düzgünse yine bâtına bununla hükmedilir. Bu, fıkıhta ve diğer ahkâmda (câri olan) büyük bir asıldır.”[9]

Kişinin arındırması ve tezkiye etmesi gereken en önemli uzvu öncelikle kalbidir, dedik; çünkü kalp arınmadan diğer organların ve onlarda açığa çıkan amellerin ıslahı söz konusu olmayacaktır. Bu bakımdan arınmanın temel yeri kalptir.

İbn Kayyım rahimehullah kalpleri kısımlandırmış ve onları şu müthiş taksimata tabi tutmuştur. Ona göre kalp vardır sağlıklıdır. Kalp vardır hastadır. Kalp vardır ölüdür. Yani kalpler üç kısımdır.

Sağlıklı Kalp. Şirk, küfür, haram ve Allah’ın razı olmadığı her türlü inanç, söz ve amelden uzak duran, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etme noktasında asla gevşek davranmayan, istek ve hırsla bunlara sarılmaya özen gösteren; nasihate kulak veren, öğütlerden yararlanan ve kendisini hastalandırmaya çalışan her türlü marazdan alabildiğine sakınan selîm kalp “sağlıklı kalp”tir.

Hasta Kalp. Allah’ın razı olmadığı inanç, söz ve amellerden kimi zaman uzak durup kimi zaman duramayan, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etme noktasında gitgeller yaşayan ve nasihatlerden bazen etkilenip bazen etkilenmeyen sakîm kalp “hasta kalp”tir. Bu kalbin mutlaka tedaviye tabi tutulması ve bir an önce arındırılması gerekmektedir. Bu yapılmadığında ölmesi an meselesidir.

Ölü Kalp. Allah’ın razı olmadığı her türlü inanç, söz ve amele içerisinde hiçbir sıkıntı duymadan rahatlıkla düşen, emir ve yasaklarına muhalefette asla endişe taşımayan; nasihate kulak vermeyen, öğütten faydalanmayan, itaate yanaşmayan, boyunduruk altına girmeyen ve hayat belirtileri kalmamış meyyit kalp de “ölü kalp”tir.

Kalpler içerisinde en tehlikeli olanı budur.

Arınma yolunda ilerlemek isteyen bir Müslümanın, her şeyden önce kalbinin durumunu tespit etmesi ve kalbinin saymış olduğumuz bu kısımlardan hangisine dâhil olup olmadığını belirlemesi gerekmektedir. Bunu yapmadan arınma yoluna girmesi ona zaman kaybettirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Kalbin arındırılması ve tezkiye edilmesi gereken birçok hastalığı vardır. Başta iman için şart olan şirk, küfür ve nifaktan arındırılması gelir. Bunun dışında kalbi hastalandırıp helake dûçar eden kibir, gurur, ucup, riya, haset, çekememezlik, kin, nefret, kasvet gibi hastalıklar da vardır. Tüm bunlar, arındırılmaya ve tezkiye edilmeye ihtiyaç duyan hastalıklardandır. Bir insanın bunları tedavi edebilmesi için öncelikle hastalığının adını koyması ve sıkıntısının ne olduğunu tespit etmesi gerekmektedir. Hastalığını tespit edemeyen birisinin onu tedavi etmesi nasıl mümkün olabilir ki? Teşhis tedavinin yarısıdır. Bu nedenle işe öncelikle buradan başlanmalı ve hastalıkların tespiti diğer her şeyin önüne alınmalıdır.



Rabbim hepimizin kalplerini en güzel şekilde arındırsın ve bu yoldaki zorlukları bizler için kolay kılsın.  (Allahumme âmin)

Ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn.

İbrahim Gadban

 



[1] Bu konuda sadece Allah’ın özel gözetiminde olan peygamberleri istisna tutabiliriz. Onlar, insanlık için numune oldukları için Allah tarafından kötü yönleri ıslah edilmiş ve artık nefislerinde şer namına hiçbir iz kalmamıştır.  Bu nedenle her yönleriyle insanlığa örnek olmuşlardır. Bizim söz edeceğimiz kitle Allah’ın özel bir gözetimi olmayan sair insanlardır.

[2] İslam’a girmemiş insanlar için şirkten sakınmak esastır; bu nedenle onlar için arınılacak şeyler beştir. İman etmiş kullar için ise şirkten arınmak gerçekleştiği için dört şeyden arınma söz konusudur. Eğer dinden çıkarıcı sayılmayan “küçük şirkten arınmayı” da bu maddelere eklersek o zaman sakınılması gereken şeyler Müslümanlar için de beş madde olacaktır.

[3] Bu ayetler bizler için çok ince mesajlar içermektedir:

a) Samimiyetle arınmak isteyen mü'minlerle ilgilenmek, kibirlenerek arınmaktan yüz çeviren kâfirlerle uğraşmaktan Allah katında daha önemli ve önceliklidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Mekke elebaşlarına davet yapacağım diye samimi bir mü'min olan İbn Ümmi Mektûm’la ilgilenmeyi terk ettiği için uyarıldı. Demek ki davete ihtiyacı yokmuş gibi davranan kâfirlerle uğraşacağız diye bize gelen samimi kardeşlerimizle ilgilenmeyi ihmal etmemeliyiz.

b) Âyetlerin devamında “Allah’a karşı haşyet duyarak koşa koşa sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun.” (80/Abese, 8-10)  buyrularak arınmak isteyen mü'minlerin nasıl bir vasfa sahip olmaları gerektiği ifade edilmektedir. Buna göre gerçek manada arınmak isteyen ve bu arınmalarının kendilerine fayda sağlamasını uman kimselerin “haşyet” ve “çaba”  içerisinde olmaları şarttır.

[4] Eğer bir günaha dünyada herhangi bir had cezası terettüp etmişse veya yapanına lanet edilmişse ya da âhirette azapla tehdit söz konusuysa, o günah “büyük günah”tır. Bunun dışında kalan şeyler ise “küçük günah” kapsamındadır.

[5] Peygamberimizin bir görevi de biz insanları arındırmaksa, bu görev kesintiye uğramayacağı için her Müslümanın kendisinde arındırılacak mutlaka bir yönünün olduğunu kabullenmesi gerekmektedir. Eğer kullar her daim arınmaya muhatap olmayacak olsalardı, peygamberin görevi boşa çıkmış olurdu. Bu olmayacağı için arınmanın her an olması gerektiğini kabullenmek gerekir. Önceki satırlarda değindiğimiz üzere bir insan, “kötülüklerden kurtulma” anlamında arınmışsa, “iyiliklerde ilerleme” anlamıyla arınmasına devam etmelidir. İyiliklerde ilerlemenin bir sınırı olmayacağı için bu anlamıyla arınma işlemi sürekli ve daimîdir. Burası cidden çok önemli bir noktadır; bu nedenle düşünerek ve anlayarak okumak gerekir.

[6] Buhârî rivâyet etmiştir.

[7] Bkz. Mecmuu’l-Fetâva, 7/9. (Not: Bu sözün orijinali Sufyan b. Uyeyne’den şu şekilde nakledilmiştir: Önceki âlimler birbirlerine şu kelimeleri yazarak nasihat ederlerdi: Kim iç dünyasını ıslah ederse Allah da onun dış dünyasını ıslah eder. Kim Allah’la arasını düzeltirse Allah da onunla insanların arasını düzeltir. Kim âhiret için çalışırsa Allah onun dünyasına yeter.)

[8] Mecmuu’l-Fetâva, 14/121.

[9] el-Muvâfakât, 1/233.

Okunma Sayısı:8476