“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrim, 6)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
İlah kelimesi “أَلَهَ/e-le-he” veya “أَلِهَ/e-li-he” fiilinden türetilmiştir. Kulluk edilen, kendisine yönelinen, tapınılan, azameti karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılan ve sığınılan, gibi anlamlara gelmektedir. İbn Recep el-Hanbelî (rahimehullah) şöyle der:
“İlah, kendisinden korkulan, çekinilen umut beklenilen, talepte bulunulan, yüceltilen, sevilen, tevekkül edilen, dua yapılan, dolayısıyla kendisine itaat edip isyan edilmeyendir. Bu sayılanların tamamı Allah’a yapılır. Bunlardan bir tanesini yaratılmışa yapan kimse, Allah’a ibadette ortak koşmuş ve “Lâ İlâhe İllallâh” sözündeki ihlâsını bozmuş olur. Bu söylenilenlerden ne kadarı Allah’tan başkasına yapılırsa, o kadar Allah’tan gayrisine ibadet edilmiş olur.”[1]
Bu ve ilah kavramı etrafında yapılan diğer tariflerden anlaşıldığına göre ilah; kendisine ibadet ve itaat edilen varlıktır. Bu varlık Allah olabileceği gibi, Allah’tan başkaları da olabilir. Ama Allah’ın dışındaki diğer ilahlar sahtelik ve batıllıkla muttasıftırlar. Yani, Allah hak ve gerçek ilah iken, O’nun dışındaki ilahlar batıl ve sahtedirler.
Allah’ın İlahlığına (Ulûhiyetine) Ait Bazı Özellikler
Allah Teâlâ’nın ilah olmasından kaynaklanan bir takım hususiyet ve özellikleri vardır. İslam âlimleri Kur’an ve Sünnet çerçevesinde bu özellikleri şu şekilde açıklamışlardır:
Bu Allah Teâlâ’nın ulûhiyetinin (ilahlığının) en belirgin özelliklerindendir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“İyi bilin ki, yaratmakta emretmekte yalnız O’na aittir.” (A’raf/54)
“Hüküm ancak Allah’ındır.” (En’am/57)
“Hüküm yalnız Allah’ındır.” (Yusuf/40)
“Bilin ki hüküm ancak O’nundur.” (En’am/62)
“O (Allah) hükmüne hiç bir kimseyi ortak etmez.” (Kehf /26)
Yüce Allah’ın mutlak hükmeden olduğuna ve hükmünde hiç bir ortağı bulunmadığına işaret eden deliller bunlarla sınırlı değildir elbette. Bunun birçok delili vardır. Bu nedenle her kim, sadece Allah’a ait olan bu özelliğin kendisinde de bulunduğunu iddia etse, “ilahlık” iddia etmiş ve kendisini ilah yerine koymuş demektir. Kim de onun bu iddiasını onaylar ve hâkimiyet noktasında ona destek verirse, Allah’tan başka ilahlar edinmiş olur. Böylelerinin “Ben ilahım” veya “Ben ilah edindim” demelerine gerek yoktur. Onlar bu vasfı kendilerinde görmekle veya birilerine vermekle ―kabul etmeseler bile― dinden çıkarlar. Bu noktada İslam şehidi Seyyid Kutub’un şu cümlelerini nakletmenin yararlı olacağını düşünüyoruz: O, “Fî Zilâli’l-Kur’ân” adlı muhteşem tefsirinde şöyle der:
“Hüküm vermek ancak ve ancak Allah’a aittir. Ulûhiyetin sadece ona ait olması sebebiyle hüküm vermek ve hükümran olmak ancak O’nun hakkıdır. Hükümranlık, ulûhiyetin icaplarındandır. Hükümranlıkta hak iddia eden kimse, ulûhiyetin ilk şartında Allah’la mücadeleye girişmiş olur. Bu kimse ister fert, ister insanların bir tabakası, ister bir parti veya grup, ister bir millet, isterse bütün dünyanın meydana getirdiği âlemşümul bir insan kütlesi olsun fark etmez. Ulûhiyetin ilk şartı olan hükümranlık üzerinde Allah’la mücadeleye giren ve kendine hükümranlık izafe etmeye çalışan kimse küfre girmiştir, apaçık bir kâfirdir. Bu kimsenin küfrü, dinin kat’i hükümleri ile sabittir. Bu konudaki kat’i hükümler cümlesinden olarak, sadece biraz önce mealini verdiğimiz ayetin hükmü dahi kâfi gelir…
Böyle bir hak iddia etmenin çeşitli şekilleri vardır. Bu şekillerden her hangi birini kullanmak dinden çıkmak için yeterlidir. Bir kimsenin Allah’a ait ulûhiyet vasfının ilk şartı olan hükümranlığı kendine izafe etmesi ve böylece Allah’la mücadeleye girerek kâfir olması için muhakkak halka: “Sizin benden başka ilahınız yoktur” demesi veya Firavun’un yaptığı gibi “Sizin en yüce rabbiniz benim” gibi şeyler söylemesi şart değildir. O kimsenin Allah’ın şeriatını hükümsüz hale getirmesi ve başka bir kaynağın kanunlarını tatbikata koyması, yahut Allah’tan başka her hangi bir kimseye hükümranlık hakkı tanıyarak onun söz sahibi olduğunu kabul etmesi… Evet, sadece bu kadarı dahi kâfir olması için yeterli bir sebeptir!.. Hükümranlık hakkı tanıyıp söz sahibi olduğunu kabul ettiği kimse bir millet veya bütün beşeriyet dahi olsa yine hüküm değişmez. İslâm nizamında İslâm milleti kendi hükümdarını seçme hakkına sahiptir. Fakat bunun kendi hükümranlıkları manasına gelmesi düşünülemez. Hükümranlık gerçek manasıyla Allah’a aittir. Millete ve seçilen hükümdara düşen görev Allah’ın hükümranlık ve şeriatını tatbik sahasına koyarak hizmet etmektir. Aralarında Müslümanlarında bulunduğu bir takım araştırıcılar hükümranlıkla, hükümranlığa hizmet etmeyi birbirine karıştırmaktadırlar. Hükümranlık sadece Allah’a aittir. Bütün insanlar bir araya gelseler yine bu vasıftan kendilerine bir hak tanınamaz. Onların vazifesi Allah’ın hüküm ve şeriatını tatbik etmektir…”[2]
İlahlığın (ulûhiyetin) en belirgin özelliklerinden biriside; hiç şüphesiz ki teşri (yasa, kanun ve nizam) yapmaktır. Yaratmak nasıl ki Allah’a ait bir şeyse, yarattıklarına yasa ve kanunlar koyarak onları yönetmekte aynı şekilde Allah’a özgü bir şeydir. Haram ve helal sınırlarını sadece O belirler. Bir şeyin yapılıp yapılmayacağına ancak o karar verir. Bir şeyin iyi veya kötü olduğuna dair nihâi noktayı koyacak sadece O’dur. Birbirlerinin kalkıp bu yetkileri Allah’tan alarak kendi tekellerine geçirmeleri, Allah’ın en belirgin özelliklerinden birisi olan teşri vasfında O’na ortak olmaları demektir ve ilahlık iddiasıdır. Kimilerinin de bu meselede onlara destek vermesi, onları ilah olarak kabul etmeleridir ve şirktir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden teşri yapan (kanun koyan) ortakları mı vardır?” (Şura/21)
Bu noktada müminlere düşen, Allah’ın ve Rasulü’nün haram ve helal dediklerine içtenlikle bağlanmaları ve onlara karşı gelmemeleridir. Allah ve Rasulü bir işi helal veya haram demek sureti ile kanuna bağlandıktan sonra iman eden insanlar için seçim ve tercih hakkı ortadan kalkmış demektir.
“Allah ve Rasulü bir işi hükme bağladığında hiç bir mümin erkek ve hiç bir mümin kadına o işlerinde istediklerini yapma hakkı yoktur.” (Ahzab/36)
Hâl böyleyken Allah’tan başkalarının da yasa ve kanun yapma yetkisine sahip olabileceğine inanmak imanın neresi ile bağdaşır? İman, mutlak anlamda sadece Allah ve Rasulünün hakem olmasını kabul eder. O ikisinden başkasının mutlak surette hakem olabileceğine inanmak veya onların kanunlarına itaat etmek imanın zıttına hareket etmekten başka bir şey değildir.
Ulûhiyetin diğer bir özelliği de yaptığı işlerden ve verdiği kararlardan dolayı hesaba çekilmemektir. Hiç kimsenin Allah’a hesap sorma yetkisi yoktur. Ama herkes ona hesap vermek zorundadır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur:
“O, yaptıklarından (asla) hesap sorulmaz. Hâlbuki onlara (yaptıkları) sorulacaktır.” (Enbiya/23)
Her kim bu özelliğin kendisinde bulunduğunu iddia eder ve “kimse bana hesap soramaz” derse ―dili ile söylemese bile― ilahlık iddia etmiş olur. Kimde bu özelliği ona verir ve onun bu iddiasını onaylarsa ―dili ile söylemese bile― o kimseyi ilah edinmiş olur.
Bu da ilah olmanın kaçınılmaz niteliklerindendir. Zatı için sevilen yalnız Allah’tır. O’nun dışındakiler ―kim olursa olsun― sadece Allah için sevilir. Her kim bu özelliği kendi nefsi için iddia eder ve kendisinin zatından dolayı sevilmesi, itaat edilmesi, sevgi ve düşmanlık gösterilmesi gerektiğini söylerse, ilahlık iddiasında bulunmuş olur. Böylesi birisinin ortaya attığı bu iddiaya olumlu yanıt veren kimse de onu Allah’tan başka bir ilah kabul etmiş sayılır.
Allah Teâlâ’nın ulûhiyetine has olan özelliklerden birisi de budur. Zatı için itaat edilecek yegâne varlık Allah’tır. O’nun dışındakiler O’ndan dolayı itaati hak ederler. Eğer Allah’a isyan varsa yaratılmışlara itaat yoktur. Allah’ın dışındaki varlıklara itaat edebilmemizin temel kuralı, O’na isyanın olmamasıdır.
Kendisine sırf zatından dolayı itaat edilmesi gerektiğini iddia eden birisi, yalnızca Allah’a özgü olan bir vasfı kendisinde gördüğü için ilahlık iddiasında bulunmuş olur. Bu özelliği ona veren veya o kimsede de bu vasfın olabileceğini kabul eden biriside onu ilahlaştırmış demektir.
Bu özellikte, Allah’a has olan diğer nitelikler gibidir. Zarar vermek veya fayda dokundurmak sadece Allah’ın elindedir. O’ndan başkalarının bu noktada hiç bir söz hakkı yoktur. Aksini iddia eden, kendisini ilahlaştırmış olur. Kimde onun fayda ve zarar verdiğine inanırsa, onu kendisine ilah edinmiş sayılır. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Eğer Allah sana bir sıkıntı dokundurursa, O’ndan başkası onu kaldıramaz. Şayet sana bir hayır (iyilik) dilerse, O’nun fazlını geri çevirebilecek hiç kimse yoktur. O,fazlını dilediğine verir. O, bağışlayandır, rahmet edendir.” (Yunus/107)
Sayılan bu maddeler ulûhiyetin en bariz ve en belirgin özelliklerindendir. Bazı âlimler bu özelliklerin sayısını artırmışlarsa da biz, maksadın hâsıl olduğunu düşündüğümüzden dolayı bu sayılanlarla iktifa etmeyi uygun görüyoruz. Daha fazla malumat isteyen kardeşlerimiz, konu ile alakalı mustakil kitaplara müracaat edebilirler.
Faruk Furkan