“Kim rahmanı zikretmekten yüz çevirirse, biz ona kovulmuş şeytanı musallat ederiz. Artık bu onun ayrılmaz arkadaşıdır.” (43/Zuhruf, 36)

MÜMİNE HANIMLARA NASİHATLER -1- (İSLÂM’INLA VE TESETTÜRÜNLE ŞEREF DUY)


بسم الله الرحمن الرحيم

Değerli mü’mine bacım, Rabbim nasip eder ve imkân verirse bu gün inşâallah bir yazı silsilesine başlıyoruz. Bu yazı silsilesinde sana dinin, kimliğin, ailen, çocukların, arkadaşların, tesettürün ve buna benzer bazı konular hakkında nasihatler etmeye çalışacak ve seni, Rabbinin rızasına daha uygun bir hayat sürdürmeye teşvik etmeye gayret edeceğiz. Bu yazı serisindeki öncelikli amacımız; bu dinin mensubu olduğun, tevhide gönül veren kimselerin safında yer aldığın ve kâfir Batı’nın dikte ettiği giyim tarzını reddederek tesettüre büründüğün için İslam’ın izzet ve şerefini gönlünün derinliklerinde hissetmeni sağlamaktır. Eğer bu yazıları okuduktan sonra gönlünün derinliklerinden şu sözleri haykırabiliyorsan, bu durumda yazılarımız amacına ulaşmış demektir:

* Allah’a hamdolsun ki ben, tevhide gönül vererek dünyanın en büyük nimeti ile şereflenmişim.

* Allah’a hamdolsun ki ben, şirkten uzak durarak tüm peygamberlerin ve tüm müminlerin safında yer almışım. Rabbim bana hidayet vermeseydi, ben de milyonlar gibi şirkin karanlıklarında yolunu kaybedenlerden olurdum.

* Hamdolsun ki ben, kâfir Batı’nın dikte ettiği giyim tarzını reddedip Allah’ın istediği giyim tarzına bürünerek sadece Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya çalışmışım.

* Hamdolsun ki ben, Allah’ın emirlerine râm olarak tesettüre bürünmüş ve bana nâmahrem olan tüm insanların bakışlarından güzelliğimi uzak tutarak Rabbim’in rızasını kazanmaya çalışmışım.

* Hamdolsun ki, güzelliğimin odak noktası olan yüzümü örterek hem mümin kardeşlerimi, hem de diğer erkekleri fitneye düşürmekten uzak durmuşum.

* Hamdolsun ki, bu noktadaki ihtilaflardan uzak durarak şüpheden sakınmış ve hem dinimi, hem de namusumu korumaya almışım.

* Hamdolsun ki, Rabbim bana İslamî bir ev ortamı edinmem gerektiğini öğretmiş; eğer O, bana böylesi bir bilgiyi vermeseydi ben de sabahlara kadar televizyon seyreden, öğlene kadar uyuyan, müzik dinleyen, resim yapan, dantel örmekle ömür tüketen… boş ve anlamsız bir kadın olabilirdim.

* Hamdolsun ki Rabbim bana ilim tahsil etmem gerektiğini öğretmiş; eğer O, böylesi bir emir vermeseydi ben de içerisinde yaşadığım toplumun fertleri gibi cahil olan, laftan anlamayan ve daha Rabbini tanımayan bir insan olabilirdim.

Evet, bu yazı serisini okuduktan sonra bu sözleri gönülden söyleyebilmendir amacımız. Eğer sen bunları söyleyebiliyor ve bunun için Rabbine hamd ediyorsan o zaman yazılarımız varacağı yere varmış ve maksadımız hâsıl olmuş demektir ki, bu durumda senden dua beklediğimiz gibi, bu hâl üzere sebat edebilmen için de sana dua ederiz. Yok, eğer bu sözleri söyletemezsek o zaman Rabbimizden af diler ve nâkıs yazdığımız için bizi bağışlamasını talep ederiz. Zira O, kullarına karşı çok şefkatli, onların hatalarını bağışlamada alabildiğine affedicidir.

İşte bacım, batılın ayyuka çıktığı, her taraftan bizi sarmaladığı ve tüm yönleriyle bizi işgal ettiği bir dönemde hayır üzere yardımlaşmak ve hakka kardeşlerimizi yönlendirmektir gayemiz.

“İyilik ve takva konusunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve düşmanlık hususunda yardımlaşmayın! (5/Maide, 5)

Biz eğer bu ilahî buyruk uyarınca birbirimizi iyiliğe, hayra, faziletli işlere ve erdemli davranışlara yönlendirirsek Allah’ın yardımına mazhar olur ve dinimizi yaşamada bir kolaylığa ereriz. Zira insan kendisi gibi inanan ve kendisi gibi yaşayan insanların varlığını bildiğinde, inandığı ve yaşadığı şeyler hususunda gayret etmesi daha da bir kolay olur. Bu, kaçınılmaz olarak her işte böyledir. İşte bu nedenle iyilikleri yayma ve onlara teşvik etme noktasında birbirimizi desteklemeli ve bu noktada asla ihmalkâr davranmamalıyız. Yazılarımızı bu amaca matuf olarak okursan istifade etmen daha çok ve daha güzel olur.

Allah’tan, İslâmî bir hayat yaşamayı bize nasip etmesini, bunu hem gönlümüzde hem de bedenlerimizde kolay kılmasını ve göndermiş olduğu ahkâmı uygulama noktasında bizlere yardımcı olmasını niyaz ediyoruz. Hiç şüphesiz ki O, duaları en iyi şekilde işiten ve onlara en güzel biçimde karşılık verendir. (Âmîn)

İSLÂM’INLA İZZET VE ŞEREF DUY

Mümine bacım, her şeyden önce inandığın akide, takip ettiğin menhec ve sürdürdüğün hayat tarzı ile izzet duymalı ve bundan yana asla bir ezikliğe kapılmamalısın. Çünkü bütün izzet, bütün şeref, bütün onur ve haysiyet ancak ve ancak Allah’ın katında ve Allah’ın safında yer alanların yanındadır.

 Her kim izzet (ve şerefi) istiyorsa (bilsin ki) izzet (ve şeref), bütünüyle Allah’a aittir.” (35/Fâtır, 10)

“İzzet (ve şeref) ancak Allah’a, Rasûlü’ne ve iman edenlere aittir; ama münafıklar bunu bilmezler.” (63/Münafikûn, 8)

Bizler eğer Allah’ın safında yer alıyor ve O’nun durmamızı istediği yerde duruyorsak –ki bu konuda en ufak bir tereddüdümüz yok– bundan yana asla bir sıkıntıya kapılmamalı, gocunmamalı ve kesinlikle bir endişe taşımamalıyız; aksine bundan şeref duymalıyız. Ve şunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız ki, tevhid ve bu tevhidin pratik uygulaması olan şeriat bizim yegâne şeref kaynağımızdır.

Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki, onda sizin (izzet ve) şerefiniz vardır. Hâlâ aklınızı kullan(ıp öğüt al)mayacak mısınız?” (21/Enbiya, 10)

İşte biz bununla şerefi elde etmiş insanlarız. Bu nedenle başka bir inançta veya başka bir hayat modelinde izzet arayamayız. Eğer böyle yapar ve başka kapıların zilini çalarsak izzeti yanlış yerde aramış oluruz ki, onu başka kapılarda arayanlar er ya da geç o kapılardan kovulacak veya o kapılar, eninde sonunda yüzlerine kapanacaktır.

İzzet ve şeref bütünüyle Allah’a ait olduğuna göre izzetli ve şerefli olmak da ancak O’nun emirlerine bağlanmak ve O’nun yasakladığı şeylerden kaçınmakla olur. O’nun emrettiklerine karşı gelip yasakladıklarını işleyerek izzetli olunmaz. Bak, şimdi sana sahabenin yaşamış oldukları hayat tarzından oldukça memnun olduklarını gösteren ve kendilerinin nasıl bir izzet anlayışına sahip olduklarını ortaya koyan bir örnek zikrederek izzetin asıl itibariyle nelerde aranması gerektiğini ifade etmeye çalışalım.

Ashab-ı Kiram Allah’ın yardımıyla Kudüs’ü fethetmişti… Orada o gün için Hıristiyanlar ve onlara dinlerinde öncülük eden papazlar yaşıyordu. Ashab oraya girip Kudüs’ün anahtarlarını istediklerinde orada bulunan yetkili kimseler, buranın anahtarlarını ancak belirli şartlar dâhilinde ve en yetkili kişiye vereceklerini söylediler. Ashab-ı Kiram hemen aralarında bu olayı istişare etti ve neticede müminlerin emiri olan Ömer’e radıyallahu anh bunu yazmayı ve mümkünse acilen Küdüs’e gelmesini öngördüler. Hemen mektup yazıldı ve ulakla Hz. Ömer’e gönderildi. Mektup bir süre sonra Hz. Ömer’e ulaştı. Kudüs’teki sahabîler mektupta hemen oraya gelmesini ve fethin kâmilen gerçekleşmesini istiyorlardı. Ömer radıyallahu anh, orada kendisine danıştığı arkadaşlarını topladı ve ne yapması gerektiğini sordu. Heyette bulunanlar Allah’ın bereketi ile Kudüs’e gitmesinin hayır olacağını ve bunun inşâallah müminlere birçok fayda sağlayacağını söylediler ve istişareler sonucu Ömer radıyallahu anh gitmeye karar verdi ve kölesi Eslem’i de yanına alarak yola koyuldu…

Kudüs’e yaklaşmışlardı. Sahabîler onun geldiğini öğrenince onu karşılamak için yollara çıktılar. Bir yerde buluştular. Onu karşılamaya gidenler arasında Ashab-ı Kiram’ın en zâhid insanlarından biri olan Ebu Ubeyde b. Cerrah da vardı. Sonra yol üzerinde havuz gibi bir su birikintisine geldiler. Ömer radıyallahu anh devesinden indi, ayakkabılarını çıkarıp boynuna astı ve sonra devesinin dizgininden tutup onunla beraber suya girdi. Bunu gören Ebu Ubeyde radıyallahu anh:

— Ey Mü’minlerin emiri! Devenizden iniyor, ayakkabılarınızı çıkarıp boynunuza asıyor sonrada devenizin dizgininden tutarak onunla beraber suya mı giriyorsunuz? Böyle yapmayınız! Zira bu memleketin halkının seni bu şekilde görmesi benim hoşuma gitmez, dedi.

Bunu duyan Ömer radıyallahu anh:

— Vâh sana ey Ebu Ubeyde! Eğer bunu bir başkası söylemiş olsaydı onu, ümmet-i Muhammed’e bir ibret vesilesi yapardım, dedi ve sonra konumuzla alakalı olan ve tüm dünyaya izzetin nereden kaynaklandığını ilân eden şu müthiş cümlelerini söyledi:

إنا كنا أذل قومٍ فأعزنا الله بالإسلام فمهما نطلب العزة بغير ما أعزنا الله به أذلنا الله

“Bizler yeryüzünün en zelil kavmiydik de Allah bizi İslâm’la izzetlendirdi. Bu nedenle biz her ne zaman izzeti O’nun bizi izzetlendirdiği şeyden başka bir şeyde ararsak, Allah bizi zelil kılar.”[1]

Diğer bir rivayet ise şöyledir:

Hz. Ömer, Kudüs yolu üzerinde bulunan Câbiye’ye geldi. Esmer bir deveye binmişti. Başında sarık ve takke olmadığı için saçsız başı güneşte parlıyordu. Ayaklarını, üzengi olmadığı için iki yana sarkıtmıştı. Üzerinde bulunan kaba yünden yapılmış abası, mola verdiğinde yatak vazifesini görüyordu. İçi hurma lifleriyle doldurulmuş heybesini de yastık olarak kullanıyordu. Sırtında beyaz pamuktan yapılmış yan tarafları yırtık eski bir gömlek vardı. Hz. Ömer: “Bana bu kavmin önderini çağırınız” dedi. Gidip çağırdıklarında ona: “Şu gömleğimi yıkayınız, yırtıklarını dikiniz ve bana emaneten bir gömlek bulunuz” dedi. Bunun üzerine ona ketenden bir gömlek getirdiler:

—Bu nedir? diye sordu.

— Ketendir, dediler.

— Peki, neden yapılmıştır? dedi. Kendisine keten hakkında bilgi verdiler. Böylece gömleğini çıkararak getirilen gömleği giydi. Daha sonra da yıkanıp, yırtıkları dikildikten sonra tekrar kendi gömleğini giydi. Köyün önderi Hz. Ömer’e:

— Sen Arapların kralısın. Buralarda büyük insanların deveye binmesi hoş karşılanmaz. Eğer başka bir şey giyer ve bir ata binerseniz bu, Rumların gözünde daha ciddi bir şey olur, dedi.

Bunun üzenine Ömer radıyallahu anh:

— Biz Allah’ın bizi İslâm’la izzetlendirdiği bir milletiz. Bu nedenle ondan başka bir şeyi alternatif olarak istemeyiz, dedi.

Kendisine bir at getirildi. Eyer vurmaksızın, bir parça kumaş sarmak suretiyle üzerine bindi. Ancak hemen vazgeçerek “Durdurun şunu, durdurun şunu! Ben bugüne kadar insanların (böyle bir) şeytana bindiklerini görmemiştim” dedi. Böylece attan inerek getirilen devesine bindi…[2]

Görüldüğü üzere Ömer radıyallahu anh burada üzerindeki kıyafetleri değiştirerek ve heybetli atlara binerek Kudüs’e girmesi kendisine teklif edildiğinde, izzetin kâfirlere şirin gelecek kıyafetler giymekte veya onları büyüleyecek vasıtalar üzerinde gezmekte olmadığını; aksine izzetin inançta ve bu inancı gerektiği şekilde yaşamakta olduğunu bizlere öğretmiştir. Ve Ömer radıyallahu anh bu tespitinde çok haklıdır.

Gerçekten de Hz. Ömer izzetin nerede olduğunu çok iyi anlamıştı. Kâfirlerin kendisini daha hoş görmesi için rutin olarak sürdürdüğü yaşam tarzını değiştirmeyi veya bundan ödün vermeyi izzete ters bir davranış olarak değerlendirmiş ve bu sözüyle gerçek izzetin ancak İslam’ın değerlerine sahip çıkmakla olacağını, karşısında duran sahabîlere anlatmaya çalışmıştı. Söz, Ömer’in sözüydü ve gerçektende izzet, ancak Allah’ın bizi izzetlendirdiği şeylerdeydi.

Bu nedenle ey bacım, sen öncelikle itikadın, imanın ve üzerinde bulunduğun akide esaslarından; sonra da bu inancın senden istediği giyim tarzı olan hicabından izzet duy! Bununla kendini onurlu hisset! Başını dimdik tut ve asla bundan dolayı gocunup, sıkılma! Eziklik hissetme! Sen tesettürün ve iffetinle anlamlısın. Sen hicabınla şereflisin. Senin karşında vücudunu açarak insanlara mahrem yerlerini teşhir eden veya bedenini Allah’ın emrettiği şekilde örtmeyerek adeta onu alıma sunan kadınlar asla izzetli değildirler. Bir bakıma onlar şereflerini yitirmiş, onurlarını kaybetmiş, haysiyetlerini paralamış düşük, rezil, âdi insanlardır. Böylesi düşük insanlar karşısında niçin eziklik hissediyorsun ki? Onlar, tesettüre girmeyerek Rablerine isyan ettikleri için utanıp, eziklik hissetsinler. Sen ise başını kaldır ve Rabbinin sana layık gördüğü giyim tarzından razı olarak, gönül hoşnutluğu ile dik dur! Ve asla bundan utanma! Utanacak ve sıkılacak birileri varsa, hiç kuşkun olmasın ki onlar, bedenlerini hain gözlerin arsız bakışlarına sunarak Rablerine isyan eden bu rezil kadınlardır.

Onlar Allah’a isyan etmekten utanmıyorlar da, sen Allah’ın emrini yerine getirdiğinden dolayı mı utanacaksın?! Onlar azabı ve gazabı çok çetin olan Rablerine isyan etmekten korkmuyorlar da, sen onlara muhalefet ederek hışımlarını üzerine çektiğinden dolayı mı korkacaksın?

Hayır, hayır, asla!

“Siz, Allah’ın, hakkında size her hangi bir delil indirmediği bir şeyi O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, nasıl olur da ben Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden korkarım? Biliyorsanız (söyleyin, bu) iki guruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?” (6/En‘âm, 81)

Sen, onlardan ve onların hayat tarzlarına muhalefetten asla gocunmayacak ve bu noktada hiçbir zaman aşağılık kompleksine kapılmayacaksın. Çünkü sen Rabbinin hatırı için senden istenen hayat tarzını yaşayan ve bunun karşılığında Firdevs’e tâlip olan bir dâva kadınısın. Dâva sahiplerinin ise dikkate alacakları şeyin kâfirlerin ne diyecekleri değil, Allah’ın ne diyeceği olduğunu aklından çıkarmamalısın.

Burada son olarak şu sözlerin altını çizmek istiyoruz ama bunları bir slogan olarak değil, Kur’ân ve Sünnetten süzülmüş birer hakikat olarak okumanı tavsiye ederiz.

Unutma ki izzet, hevaya tâbi olmakta değil, İslam’ı yaşamaktadır.

İzzet; şirke bulaşmakta değil, tevhide sahip çıkmaktadır.

İzzet; açık-saçık olmakta değil, namusu muhafaza etmektedir.

İzzet; hayâsızlıkta değil, iffetli olmaktadır.

İzzet; teberrücde değil, örtüyle kapanmaktadır.

İzzet; bedeni teşhir etmekte değil, tesettüre girmektedir.

İzzet; çarşı-pazarlarda boş boş dolaşmakta değil, evlerimizde edep, ahlak ve vakarımızla oturmaktadır.

İzzet; karşı cinsle aynı ortamları paylaşmakta değil, onlarla alabildiğine ayrışmaktadır.

İzzet, kâfirlerin hayat tarzını benimsemekte değil, İslam’ın hayat modelini özümsemektedir.

İzzet; necis ve kokuşmuş Batı’nın öngördüğü yaşam biçimine “evet” demekte değil, aksine onların dikte ettiği yaşam tarzına koca bir “lâ” diyebilmektedir.

Hâsılı izzet ancak ve ancak Allah’ın istediği hayatı yaşamakta ve cennete götüren amellere sıkı sıkıya bağlı kalarak O’nun gösterdiği yolda sabit adımlarla ilerlemektedir. Allah’a yemin olsun ki, bunun dışındaki bir hayatta ne şeref vardır, ne de izzet!

CENNET UCUZ DEĞİLDİR, BEDEL İSTER

Mümine kardeşim, Allah’ın ticaret için ortaya koymuş olduğu mal olan cennet ucuz değil; aksine uğrunda birçok şeyi feda etmeyi gerektirecek kadar pahalıdır. Allah Rasulü sallallah ualeyhi ve sellem bunun böyle olduğunu bizlere şu hadisinde bildirmiştir:

“Dikkat edin! Allah’ın ticaret için ortaya koymuş olduğu mal çok pahalıdır. Dikkat edin! Allah’ın ticaret için ortaya koymuş olduğu mal, cennettir.”[3]

Yüce Allah satın almamız için önümüze cenneti koymuştur. O cennet ki, uğrunda her şey feda edilmeye ve her şeyden geçilmeye değer bir ödüldür. Peki, bunun karşılığında Allah bizden ne istemektedir?

Bu soruyu Kur’an’a sorduğumuzda Allah’ın bunun karşılığında bizden öncelikle iman etmemizi, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamamızı, ayetlerine teslim olmamızı, tevbe etmemizi, ihsan üzere bir hayat sürdürmemizi, takvalı davranmamızı, müstakîm olmamızı, uğrunda mallarımızı ve canlarımızı feda etmemizi ve bilumum O’nun istediği doğrultuda bir hayat yaşamamızı istediğini görürüz. İşte eğer sen bu cennete talip isen ve öldükten sonra orada ebedî bir mutluluğu arzuluyorsan o zaman Allah’ın isteklerine râm olacak ve O’nun senden talep ettiği hayat tarzına titizlikle riayet etmeye çalışacaksın. Ama unutma ki, bu kolay olmayacaktır. Bunu ön kabul ile kabul etmelisin. Zira bâtılın kol gezdiği, her yeri işgal ettiği ve neredeyse tüm kadınları hegemonyası altına aldığı hiç bir dönemde, iffet ilkesi üzere kurulu İslamî bir hayatı yaşamak kimse için kolay olmamıştır ve bundan sonrada olmayacaktır.

Herkesin gönüllerince giyindiği, nefislerinin esiri olarak özgürce(!) çarşı-pazarlarda dolaştığı, şehvetlerinin arzu ettiği şekilde rahatlıkla her yere girip-çıktığı bir dönemde, senin sadece ve sadece Rabbinin hatırı ve rızası için bu ortamlarda bulunmaman ve onların yaptığı gibi özgürce davran(a)maman tabiatıyla nefsine zor gelecektir. Ama bacım, şunu hiç aklından çıkarma ki, ebedî mutluluk diyarı olan cennetin yolu hep nefse ağır gelen zor amellerle donatılmıştır. Buna mukabil cehennem hep nefsin isteyip, arzu duyduğu çekici şeylerle süslenmiştir. Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem bu hakikati şu sözleriyle dile getirir:

“Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır.”[4]

Cennette ebedî bir mutluluk yaşanacağı için onun ilk etapta nefsin hiç de hoşlanmadığı bir takım ibadetler, fedâkârlıklar ve emir ve yasaklarla perdelenmesi hiç de garip değildir. Zira orası bin yıl değil, on bin yıl değil, yüz bin yıl değil, trilyon veya tirilyar yıl değil; ebedî olarak kalınacak bir yurt olacaktır. Eee, böylesine mükemmel ve sonsuz nimetler için bir süreliğine azıcık sıkıntı ve zorluklara katlanmak değer her halde?

İşte bu nedenle şu dünya hayatında tesettüründen ve hicabından dolayı bir takım sıkıntılar çekmeye ve bazı zorluklarla karşı karşıya kalmaya hazır olmalısın. Senin, hicaba bürünmen ve ortalığın alev alev yandığı günlerde bile siyah örtü giyinerek Allah’ın emrini yerine getirmeye çalışman hakikaten kolay bir şey değildir. Nefse çok ağır ve meşakkatli gelen bir iştir. Lakin –dediğimiz gibi– sen cennetin tâlibisin; bu nedenle âhireti ummayan diğer kadınlar gibi rahat davranamazsın. Sen, onlar gibi her ortamda yer alamaz, nefsinin istediği her şeyi yapamaz, arzuladığın her kıyafeti giyemezsin. Çünkü sen, tekrar söylüyorum cennetin tâlibisin. Yani her türlü nimetin en güzel hâliyle verildiği ebedilik diyarının tâlibi…

Eğer bu dünyada nefsinin arzuladığı her türlü kıyafeti giyemiyorsan, bil ki sen onu yarın kusursuz nimetler diyarı olan cennette, hem de en güzel hâliyle giyeceksin. Ve sana orada öyle elbiseler verilecek ki, vallahi onun güzelliği belki de hûrilerin bile gözlerini kamaştırtacak, dudaklarını uçuklatacaktır.

“Şüphesiz ki, iman edip sâlih ameller işleyenler var ya, doğrusu Biz, güzel amel ortaya koyan kimsenin ecrini asla zayi etmeyiz. İşte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerek tahtlar üzerine kurulurlar. Ne güzel bir mükâfat ve ne güzel yaslanacak bir yer!” (18/Kehf, 31)

Senin hicabın senin hem imanın hem de Rabbine sunduğun sâlih bir amelindir. İşte bu güzel amelini Allah asla zayi etmeyecek ve karşılığında sana cennette bilezikler ve atlas kumaştan mamul ipek elbiseler verecektir. Onları giymek için kâfir kadınların şu dünyada giydiği elbiselerden feragat etmeye değmez mi?

Şimdi bir de şu ayete kulak ver:

“Allah’a karşı gelmekten sakınan (takvâlı davrananlar), cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. ‘Oraya güven içinde, esenlikle girin’ denilir. Biz onların gönüllerinde olan her türlü kin (ve nefret)i çıkardık. Artık onlar sedirler üzerinde kardeş, kardeş karşılıklı oturacaklardır.” (15/Hicr, 45-47)

Senin hicabın, senin Allah’a karşı gelmekten sakındığın için üzerine aldığın takva elbisendir. Sen bu elbisen nedeniyle müttakiler zümresine dâhil oldun. Allah da müttaki olan kullarına ayette zikredilen güzellikleri bir “ödül” olarak verecektir.

Hani hicabın ve çarşafından dolayı şu dünyadaki birçok çay bahçesine, restorana ve kafeye gidemiyor ve oralardaki koltuklara rahat rahat yaslanamıyorsun ya, üzülme! Sen eğer bu dünyada iffetini koruyarak müttakiler sınıfında yer alırsan Allah sana dünyada kâfirlerin yaptığından çok daha güzelini âhirette nasip edecek ve seni paha biçilmez sedirler üzerinde kardeşlerinle karşılıklı olarak oturtarak zevk-u sefâ sürmeni temin edecektir. Hem de dünyada kâfirlerin rahat rahat oturup istirahat ettiğinden çok daha güzel şekilde…

Sen bir şeyi Allah için bu dünyada terk edersen Allah çok daha hayırlısını ve çok daha güzelini âhirette sana nasip edecektir. Bundan yana en ufak bir şüphen olmasın; zira O, sözünde duranların en hayırlısıdır.

Değerli bacım, işte bu yazımızda sana kısa bir girişin ardından iki hususla nasihatte bulunmaya çalıştık. İnşâallah Rabim fırsat verirse diğer yazımızda fayda ümit ettiğimiz başka nasihatlerimizle seni hayra yönlendirmeye devam edeceğiz. Allah, bizi ve seni bu nasihatlerden en güzel şekilde faydalanan kullarından eylesin.

Bir sonraki yazımızda tekrar buluşmak dileğiyle, fî emânillâh…

 

 Faruk Furkan 



[1] Hâkim, el-Müstedrek, 207. Hâkim, bu rivayetin Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre “sahih” olduğunu söylemiştir.

[2] İbn Ebi’d-Dünya, ez-Zühd, 115; el-Bidâye ve’n-Nihâye, 7/70.

[3] Tirmizi.

[4] Buhârî ve Müslim.

Okunma Sayısı:7969